26 Haziran 2016 Pazar

AB’nin Kısa Tarihi ve Meçhul Geleceği





Avrupa Birliği’nin temelini, II. Dünya Savaşı sonrasında sanayi bakımından özellikle önemli iki temel ham madde olan kömür ve çelik sektörünü güçlendirmek ve bunları uluslar üstü bir otorite ile kontrol ederek barışı sürdürmek amacıyla 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturmaktadır. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, 18 Nisan 1951’de Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya arasında imzalanan Paris Antlaşması (1951) ile kurulmuştur. Yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk daha, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) eklendi ve bu anlaşmayla, aynı tarihte Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuş oldu. 1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması üye ülkeler arasında önce gümrük birliğini, yani malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını öngörmüştür. Bu yapının oluşturulmasının öncüleri Fransız Planlama Teşkilatı Başkanı Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı Robert Schuman olmuştur. Jean Monnet ve ekibinin titizlikle hazırlamış olduğu ve Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de ilan ettiği metin “Schuman Bildirgesi” adını alacak ve daha sonraları 9 Mayıs Avrupa Günü olarak kabul edilecekti.
Ancak Roma Antlaşması’nda nihai hedef sadece ekonomik değil ortak tarım, ulaştırma, rekabet gibi diğer birçok alanda ortak politikalar oluşturulması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, ekonomik ve parasal birlik kurulması, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturulmasıdır. Belirtilen bu amaçlara, süreç içerisinde daha sonra imzalanacak olan diğer anlaşmalarla aşamalı olarak ulaşılmaya çalışılmıştır. Şu an itibariyle, Maastricht Antlaşması (1992) (Avrupa Birliği’ni kuran antlaşma sayılmaktadır), Amsterdam Antlaşması (1999) ve Nice Antlaşması (2003) sonrasında Avrupa Birliği, bazı üyeler dışında parasal birliğe girmiş (Avro), Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikasını benimsemiş, Adalet ve İçişlerinde suça ilişkin konularda Polis ve Hukuk işbirliğine karar vermiştir.[1]


Avrupa Birliği üyesi ülkeler (yeşil)
Yeşil: Avrupa Birliği üyesi ülkeler – Gri: AB üyesi olmayıp da Avrupa kıtasındaki ülkeler

Dar anlamda yukarıda bilinen kısa tarihinin yine aynı dönemlerde kurulan ikinci dünya savaşının ardından kurulan Varşova Paktı’nın karşısında konumlanan NATO’yu AB’den ayrı değerlendirmek günümüz koşullarında çok hatalı olacaktır. İkinci Dünya Savaşının bitmesinin ardından soğuk savaş döneminde karşılıklı silahlanma yarışı içerİsinde 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesine kadar geçen sürede bir paranoya haline gelen doğu-batı kutuplaşması savunma harcamalarının ülke GSMH’lerinde inanılmaz bir yer tutmasına sebep oldu. Yıllar boyunca ABD Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren büyüttüğü savunma sanayi sektörüne ”Yağlı Müşteri” bulmakta hiç zorluk çekmedi. Bu harcamalara 21 Eylül 2015 yılı itibariyle baktığımızda tüm NATO üyelerinin toplam askerî harcaması dünyadaki savunma harcamalarının %70’inden fazladır.[2]
Diğer dikkat edilmesi gereken husus da AB’nin kuruluşunun asıl sebebi olan 1951 yılının şartları göz önüne alınarak kömür ve çelik topluluğu olarak kurulması olacaktır. 1951 yılının şartlarında enerji üretiminin önemli bir kısmını oluşturan kömür AB için hayati bir önem arz ederken, değişen şartlar itibariye İkinci Dünya Savaşından sonra çelik hayati bir ürün haline gelmiştir. Batıda bu gelişmeler olurken kaynak bakımından daha zengin Sovyet Rusya ve Çin bu savaştan geri kalmamıştır. Hatta bu çelik çılgınlığı öyle bir yere gelmiştir ki Çin’de insanlar evlerindeki metal olan ne varsa derme çatma ocaklarda eritip çelik elde etmeye çalışmıştır.
Çok dar anlamda çelik ve kömür için kurulan AB ve savunma refleksi gereği kurulan NATO, yıllar boyunca kuruluş amacından uzaklaşıp değişen şartlardan dolayı işlevsel olma hedefinden uzaklaşmıştır. ABD’nin yıllar içindeki politik dikteleri ile hareket eden AB; enerji ihtiyacını yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk olan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) ile karşılanılmış ve bir başka topluluk oluşturulmuştur. Yıllar içinde yaşanan bir çok siyasi gelişmelerde özgün bir siyasi politika üretmediği gibi, sonradan yaşanan olaylar nedeni ile de etkisiz ve yetkisiz, kendi içine kapanan, bir çok kişinin söylediği gibi ”Hristiyan Kulübü” haline geldi. Günümüz Avrupa’nın enerji koridoru gün geçtikçe daha da önemli hale gelmektedir. 2010 yılından itibaren değişen dünya şartları ekonomik açıdan tüm dünya ülkelerini zorlamaya başladı. Değişen Enerji tercihleri ile beraber enerji koridorları da değişti. Yeni şartların sonucunda AB ülkelerini enerjiye ulaşımı konusunda ABD ile hareket etmesi, daha doğrusu ABD’nin artık AB’ye hamilik yapması giderek zorlaştı.
avrupa-enerji-koridoru
ABD 2010 yılından itibaren kemer sıkma politikalarının dış politik çıkarlar ile çatışması durumunda kendi ekonomik geleceğini tercih eder konuma geldi. Bu yıldan itibaren ABD’nin düşünce kuruluşları makro planlar yapmak yerine kar zarar politikalarına kafa yormaya başladı. ABD hem AB ülkelerinin ekonomik çıkarlarını, hemde NATO’da Avrupa’nın savunma harcamalarını sorgulamaya başlaması, değişen siyasi şartlar nedeniyle zaruret haline gelmesi kaçınılmaz oldu.

Günümüze kadar olan gelişmeler ışığında AB’nin Ukrayna ile olan sorunları nedeniyle ambargo uygulamasının ardından Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Baltık Deniz’in de yaşanan gelişmeler sonunda ABD’nin Doğu Avrupa’da daha düzenli bir askeri varlık göstermesi talebine AB’nin isteksiz davranması sonucunda, yaklaşan ABD seçimlerinde ABD’nin NATO’ya yaptığı katkı tartışılır hale geldi. ABD’nin AB ülkelerini NATO’nun harcamalarına yaptıkları katkıyı artırmasını istemesi yani amiyane tabirle ”Pamuk Eller Cebe” demesi, pek de şaşılacak bir durum değildir. Sonuç itibariyle ABD gözünde kurumsal açıdan hiçbir farkı olmayan AB ve NATO’nun geleceği karanlık belirsizliğe girmiştir. Siyasi gelişmeler ışığında Suriye’de yaşanan iç savaşın ardından AB’nin mülteci sorunun bir mülteci istilasına dönüşme kabusu siyasi politika üretmekte zorlanan AB’ye en son darbede İngiltere’den geldi ve yapılan referandum sonucunda artık İngiltere AB’den ayrıldı. Bu olay malumun ilanından başka bir şey değildi. Zaten ekonomik birliktelik içinde olmayan İngiltere artık siyasi olarakta AB’nin kaderi içinde olmayacak.
Sonuç:
İngiltere’nin AB’den ayrılması AB için bir domino etkisi yapacağı muhakkaktır. Kontrol mekanizması içinde Almanya’nın komşusu olan Hollanda ayrılan ikinci ülke olması muhtemeldir. Mülteci kabulü konusunu kesin bir şekilde red eden Polonya’nın ısınan Baltık Denizi nedeniyle AB’den daha çok ABD ile yakınlaşması da muhtemeldir. Dolayısıyla yakında önemli gelişmelerin olacağı Libya AB için çok çetin bir sınavın başlangıcı olacaktır. ABD’nin AB ve Rusya’ya karşı olan politikalarını birbirinden ayrı düşünmemek gerekir.

1- https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Avrupa_Birliği_tarihi
2- SIPRI Military Expenditure Database

23 Haziran 2016 Perşembe

Libya Özelinde ABD-AB ve IŞİD




By Ahmet İşitez - 23 Haziran 2016
20 Mayıs’ta New-york Times’da çıkan bir köşe yazısı ve aynı gün ABD Genel Kurmay Başkanı Joseph Dunford’un bu gazeteye verdiği demeçte de söylediği gibi, ABD Libya’ya asker gönderebilir. Bu yazı ve demeçlerden anlaşılacağı üzere Pentagon bastırıyor fakat Obama görev süresinin dolmasına aylar kala böyle önemli bir kararı vermekten çekiniyor. Daha da ilginç olanı Obama yönetiminin Temsilciler Meclisi İstihbarat Komisyon’unun uyarılarını dikkate almadığı görülmektedir. Bu konu neden bu kadar hassaslaştı ?
Irak ve Suriye’de yaklaşık 30.000 kişilik bir ordu ile çözümsüzlüğe götürdüğü topraklardan yaklaşık 5.000 ila 6.500 kişilik bir mevcudiyetini Libya’ya kanalize etmesi, hemde AB’nin mülteci sorunu ile uğraşırken Türkiye ile kalıcı bir antlaşma dahi yapamadan yeni bir göç yolu kapısının ardına kadar açılmasını kim isteyebilir?
Yukarıdaki soruları daha da uzatmak mümkün ama tatmin edici cevaplar alabilmek biraz zordur. Aslında Libya’da Arap Baharı olmasaydı bile bugün Kaddafi ile IŞİD güçlerini çarpışıyor olarak görecektik. Gerçekte bunun sebebi SELEFİ düşünce sisteminin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Kendilerini “CİHADÇI SELEFİ” kabul ederek İslam Dünya’sında meşrulaşmaya çalışan IŞİD, diğer selefi grupların içinden taraftar bulmasını İslami bir bakış açısı ile izah etmek imkansızdır. Günümüzde ne Türkiye’de ne de İslam Ülkelerinde bu “Postmodern Selefi” fikrin anlaşılabildiğini söylemek oldukça güçtür. Ne yazık ki bu mesele anlaşılmadan yani IŞİD’in beslendiği İslami kaynaklar ile bağlantısı çözülemez ise, Suriye ve Irak’daki yaşananlar Libya’da da yaşanacak. Aslında IŞİD’den istenen tamda budur.
Kuzey Afrika el-Kaide örgütünün en önemli isimlerinden biri olan Cezayir asıllı Muhtar Bil Muhtar’ın Libya’da gerçekleştirilen bir ABD operasyonu sonucu öldürüldüğü uluslararası basına yansıdı. Muhtar’ın ölümünün Libya’da ve Kuzey Afrika’da IŞİD yapılanmasının önünü açacağı gün gibi aşikardı.
IŞİD’in Libya’da en güçlü olduğu SİRTE kenti, yani Kaddafi’nin kenti. Ancak burada güçlü olmasının nedeni ideolojik değildir. IŞİD’in güç kazanmaya çalıştığı bir diğer kent ise DERNE‘dir. Libya’nın jeopolitik ve coğrafi yapısı dikkate alındığında IŞİD’in neden bu iki şehri seçtiği çok manidar olacaktır. Avrupa’ya yönelik mülteci akım yolunun başlangıç noktası olması itibariyle ayrı bir önem arzettiği ortadadır. IŞİD Libya’nın Güneybatısından doğuya KUFRA kentine kadar bir bölgeyi bölgesel yapı da göz önünde bulundurarak kolaylıkla kontrol edebilir. Bölgedeki aşiretlerin vereceği siyasi kararlar IŞİD’in ne kadar zaman içinde Libya’da söz sahibi olacağını gösterecektir. Ayrıca uzun zamandır etkili olup elinde tuttuğu SABRATHA kentinin IŞİD’in planladığı SAVAŞ HİLALİ‘nin diğer bir ucu olduğunu görmek gerekir.
Libya’nın petrol ve doğal gaz zenginliğinin paylaşımı noktasında uluslararası anlaşmazlıklarının çıkması ve ABD’nin AB’yi mülteci sorunu ile köşeye sıkıştırmaya çalışması bölgenin önce istikrarsızlaştırıp sonra yeniden dizayn edilmesi olarak bilinen klasik “önce dağıt sonra bedelini al dizayn et” planından başka bir şey değildir. İran ile yaşadığı sorunların çözümünde devletleri karşısına almadan çözüm üretme yolunu seçen ABD, aynı şekilde Libya’da da AB’yi karşısına almadan benzer bir çözüm yolu seçmiştir. Bu yönteme ilginç bir örnekte Yemen’de yaşanan iç savaştır.


Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)
Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)

SONUÇ
Libya özelinde IŞİD’in tekrar önemli bir aktör olarak karşımıza çıkması, bizleri bir takım yeni çıkarımlar yapmak zorunda bırakmıştır. Geçmişte ve günümüzde de varlığını sürdüren terör örgütlerinin aksine IŞİD farklı bir konuma gelmiştir. Bu konum terör örgütlerin hem fizyolojisine hemde sosyolojik yapısına aykırıdır. Bunu en güzel ifade etmek için “mutasyona uğradı” demek gerekir. Libya’da 2016 sonlarına kadar yapılanmasını tamamlayan bir IŞİD ile savaşmak daha doğrusu sonucu belli zafer kazanmak Hillary Clinton’a çok yakışacaktır.

19 Haziran 2016 Pazar

İki Nehir Arasındaki Kaçak Devlet: IŞİD




Irak ve Şam İslam Devleti (Devlet’ul Islamiyye Fi’l Irak veş Şam ) daha kısa adı ile IŞİD diye isim verilen terör örgütünün doğuşu Sovyet işgaline karşı oluşturulmuş bir savunma tezidir. Kurucusu Abdullah Azzam olan Usame Bin Ladin tarafından küresel bir boyut kazanan cihad anlayışı, Afganistan ile ABD’nin Irak’ı işgalinden buraya yönleniyor. ABD ve koalisyon güçlerinin işgalinin ardından Sünni direniş Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi liderliğinde El-Kaide güçlerinin direnişin en önemli gücü olmuştur.


Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi
Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi

Afganistan’dan Irak’a gelen Ez-Zerkavi ilk başta Ensar el-İslam grubu ile beraber hareket etmiş ise de, ABD’nin Irak işgali, Saddam’ın düşmesi ve Irak Ordusu’nun lağvetmesinin ardından orduya ait bir çok cephanelik yağmalanmış yada bölgenin yeniden dizayn edilmesi için bir gruba havale edilmiştir. İşte IŞİD denilen terör örgütünün kuruluşundaki en karanlık sır bu olsa gerek. Bu terör örgütünün kurucusu olduğu kabul edilen Ebu Mus’ab ez-Zerkavi, ilk kurduğu gruba Tanzim el-Kaide Bilad er-Rafideyn yani ”İKİ NEHİR ARASI EL-KAİDE’’ ismini vermesi, El-Kaide’ye olan bağlılığından mı yoksa iki nehir arasında kurulacak olan yeni bir devletten mi bilinmemektedir.
Ebu Mus’ab ez-Zerkavi’nin bir hava saldırısında öldürülmesinin ardından, Ebu Hamza el-Muhacir onun yerine geçmiştir. Irak’ta Şii unsurlar ABD ile birlikte hareket edip daha güçlü bir konuma gelince, diğer Sünni gruplarla birleşip Irak İslam Devleti’ni ilan etmiş başına da Ebu Ömer el-Bağdadi getirilmiştir. El-Muhacir ise savunma bakanı olmuştur. 2006 yılının sonunda kurulan bu yeni yapı diğer grupların yani Ensar el-İslam dışındaki unsurların ABD safında savaşması ile Irak’ta tek silahlı direniş grubu olarak kalmıştır. Bu tarihten itibaren zor bir döneme giren IŞİD aldığı ard arda darbelerle sıkıntılı bir döneme girdi ise de, eski BAAS rejiminin askerlerine bir af çıkararak tevbe etmeleri halinde kendilerine katılabileceklerini açıklayarak, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmuştur.
Buraya kadar IŞİD terör örgütünün kuruluş aşaması ve daha sonra ise içinden çıktığı El-Kaide örgütünden ayrılıp Irak özelinde bir konum elde etme çabası anlatılmaya çalışıldı. Diğer İslami örgüt yapıları gibi zaman içinde parlayıp sönmesine rağmen, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’taki askeri varlığını sona erdirmesi ile farklı bir konuma gelmiştir. Hatta Irak ve Suriye siyasi tarihleri için Milat olmuştur. Irak’ta örgüt lider kadrosunun öldürülmesini takip eden süreçte mevcudiyetleri 700 kişiye kadar düşen, yok olmakla karşı karşıya kalan örgüt; kısa bir zamanda 30.000 kişilere ulaşan donanımlı orduyla Ortadoğu’nun en önemli silahlı gücü haline gelebilmiştir.
İran’ın ve ABD’nin desteği ile Irak Başbakan’ı olan Nuri el-Maliki yönetiminde Şii grupların nüfuzunun artması ve hükümetin Sünni gruplara taraflı davranması sonucunda Sünni gruplar içinde IŞİD’e katılım ve destek artmıştır. Ayrıca Maliki’nin ABD İşgal Komutanı David Petraeus döneminde uygulanan Sünni aşiretleri destekleme programının bitirmesi, ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Sünni Aşiretleri petrol ve ganimet zengini IŞİD’e itmiştir.
Sonuç olarak IŞİD’in Suriye-Irak sınırında et­kili olması, elde ettiği mali güç, silah, mühimmat ve askeri Irak’ın güneyine yönlendirmesi ile büyük çaplı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır. Irak Ordusu’nun çöküş içine girmesiyle Sünni bölgelerde toplu bir ayaklanmayı tetiklemiştir. En son yaşanan Musul operasyonu, Tikrit ve diğer önemli Sünni kentlerin birer birer kaybedilmesi, IŞİD’in yanı sıra bir takım Sünni grupların hızlı ilerleyişi, bu uzun süreli stratejinin bir sonucudur.
SONUÇ
IŞID olarak bilinen terör örgütünün yada İslam Devleti’nin bilinen, görülebilen ve yaşanan olaylar ışığında bilinmeyen bir çok yönü olduğu gibi, cevaplanamayan bir çok soruyu içinde barındıran karışık bir yapıda olduğu açıktır. Aslında bir çok çıkar denkleminin sonucudur IŞİD. Irak topraklarını İran’a kaptırmamak için ABD’nin yok edilmesini istemeyeceği bir yapıdır. Suriye’de Rusya’nın daha fazla etkinlik kazanmasını istemeyen ABD’nin IŞİD’siz bir Suriye haritası çizemediği için ayaktadır IŞİD. Her ne kadar PKK-PYD-Peşmerge ayrımını yapamayacak kadar köşeye sıkışmış olan ABD’nin, bölgenin bugünde de gelecekte de tartışılmaz gücü Türkiye’yi karşısına alacak kadar çaresizlik içerisine girmesi sonucunda örgüt halen ayaktadır.
En önemlisi de bir çok kişinin bilgisinin aksine Suriye ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti görünümünde bir petrol koridoru oluşacak fikridir. Mevcut olan Türkiye’deki koridor petrol şirketlerinin tercihidir. Böyle bir planı ABD’nin hiçbir zaman düşünmemiştir. ABD çok iyi bilmektedir ki bölgedeki petrol şirketlerinin çıkarları Pentagon’un hayal perestliğine bırakılmayacak kadar değerlidir.
Ahmet İşitez

18 Haziran 2016 Cumartesi

Kafkasya Perspektifinde ABD-Rusya ve ‘Soykırım’ Meselesi





Güncel olarak her sene yaşadığımız sözde “Ermeni Soykırım” meselesi, aslında yüzüncü yılında başka bir anlam yada misyon yüklenerek 2013 yılından beri çok farklı bir amaca hizmet ediyor. Bu konuda bilinen söylemlerin yada Türkiye’nin tezlerinin hiç dikkate alınmamasının asıl sebebi, bir “KAFKAS BLOĞU” oluşturulmak istenmesidir.
Değişen şartlara rağmen Türkiye’nin hep aynı stratejiyi belirlemesi yani değişen şartlara göre yeni bir “Kafkas Stratejisi” belirleyememesi, ilerde çok daha sıkıntılı durum olarak beklense de; basit tabirle “EĞRİSİ DOĞRUSUNA DENK GELDİ” demek daha doğru olacaktır. Bölgemizdeki jeopolitik değişimleri, fiili ve siyasi çatışmaları dikkate aldığımızda, Ermenistan’a verilen bu siyasi desteğin aslında sanal bir destek olduğu, asıl amacın Ukrayna’da hezimete uğrayan Batı politika ve stratejilerinin bu defa Rusya’ya karşı Ermenistan üzerinden uygulanmasının düşünüldüğünü söyleyebiliriz.



Kafkasya Haritası - *Tsjetsjeni: Çeçenistan
Kafkasya Haritası – *Tsjetsjeni: Çeçenistan

Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra Avrupa Devletleri ve ABD, doğu Avrupa ve Kafkaslardan Rusya’ya sızma fırsatı yakalamıştı. Ancak Putin bu hızlı jeopolitik sızma girişimlerini geri püskürtmeyi başardı. Kafkasya’da ilk başkaldıranlar Çeçenlerdi. Çeçenler 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Rusya bunu kabul etmedi. Çeçenya-Rusya Savaşı 1994-1996 arasında yaşandı. Ruslar önce el altından muhalefeti destekledi. Başarılı olamayınca doğrudan müdahale ettiler. Savaş sonunda 1996’da 5 yıl içinde Çeçenistan’ın geleceğini belirleyen bir anlaşma imzalandı. Ruslar Çeçenistan’ı federasyona dahil etmek istiyorlardı. Putin Çeçenistan’da daha sertlik yanlısı bir politika izledi. Sert ve kanlı bir savaş sonrası Rusya Çeçenistan’ı kontrol altına aldı. Bu uygulama, aynı zamanda bölgedeki diğer devletlere de gözdağı oldu. Bugün de Çeçenistan’da Rusya yanlısı bir yönetim işbaşındadır.
Zor bir coğrafi yapıya rağmen Kafkasya, Rusya’nın yumuşak karınlarından biridir. Çeçenistan kontrol altına alındıktan sonra, sıra Batıyla bütünleşme olasılığı yüksek olan Azerbaycan ve Gürcistan’a geldi. Ermenileri cesaretlendirerek ve fiili olarak destekleyerek Azerbaycan ve Ermenistan’ı savaştıran Rusya, iki ülkeyi düşman hale getirmeyi başardı. Böylece, Azerbaycan’ın Nahçıvan üzerinden Türkiye ve Batı ile bütünleşmesini engelledi. Ardından Azerbaycan’da Rusya yanlısı bir yönetimi iktidara getirdi. Azerbaycan-Ermenistan sorunu aslında çözümü örneklerine göre gayet basit, gerçekte savaşmak istemeyen iki devletin zoraki kör döğüşünden ibarettir. 2009 Ekim ayında imzalanan, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını da içeren Türkiye-Ermenistan Antlaşmasını tüm Ermeni halkı isterken, iptal ettiren Ermenistan Yüksek Mahkemesi değil Rusyadır. Sınırlarını Rus askerlerinin koruduğu, nükleer elektrik reaktörünü Rusların çalıştırdığı, ekonomisi ve ticareti tamamen Ruslar tarafından kontrol edilen kağıt üzerinde bir devlet görüntüsü veren Ermenistan bu durumu asla hak etmemektedir.
Ermenistan Azerbaycan çekişmesinden sonra sıra Gürcistan’a gelince, Rusya 2004 yılına kadar eski Sovyet Rusya Dışişleri Bakanlarından Edward Şevardnadze ile Gürcistan üzerindeki siyasi ve askeri kontrolünü devam ettirdi. Bu tarihten sonra Batı yanlısı Mihail Saakachvili iktidara geldi. Gül Devrimi ile ABD Gürcistan üzerinden Kafkaslara girme planlarına başladı. Dönemin ABD Başkanı George Bush 2005’de Tiflis’de Özgürlük Meydan’ında Saakachvili ile samimi pozlar verdi. Gürcistan’ın süratle NATO üyesi yapılma süreci başlatıldı. ABD-RUSYA çekişmesinde ABD ilk yenilgiyi 2008 yılında Gürcistan’da aldı. NATO üyeliği vaadi ile Kafkasya’ya sızma teşebbüsü Rusya’nın 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’yı işgali ile geri püskürtüldü. Rusya ile ikinci karşılaşma, 2011 başlarında Suriye’de başladı. ABD ve Batı’nın kısa zamanda Suriye’deki Rusya yanlısı rejimi devirme girişimleri, Rusya’nın askeri, siyasi ve psikolojik desteği ile akamete uğratıldı. 2013 Kasım ayında ABD, AB ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarını kullanarak Rusya’ya Ukrayna üzerinden ikinci defa sızma teşebbüsünü başlattı. Büyük karmaşalardan sonra, bu girişim, Mart 2014’de yapılan referandum ile Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ile sonuçlandı. Böylece ABD ikinci yenilgisini almış oldu.



George Bush ve Mihail Saakaşvili
George Bush ve Mihail Saakaşvili

Yukarıda belirttiğimiz tarihsel geçmişi ışığında Kafkasya’da yaşanan bilek güreşi sonucunda en çok zarar gören ülke Ermenistan olsa gerek. Çok eski ve kadim bir milletin, Avrupa ve ABD’de yaşayan ” TUZU KURU” yani ekonomik ve hayat standartı bakımından Ermenistan’da yaşayan 3,2 milyon Ermeni ile tartışılmayacak kadar rahat yaşayan Bohem bir topluluk olmaktan öteye geçmek zorundadır. Ermeniler yaşadıkları topraklar için diasporanın politikalarından vazgeçip, Rusya hegemonyasından kurtulup, bağımsız bir devlet görüntüsü vermeliler. Günümüz enerji koridorunun üzerinde yer alması, ekonomik açıdan parlayan bir yıldız olan Azerbaycan ile barış içinde yaşaması ve en önemlisi de tarihsel ve kültürel açıdan iç içe geçmiş bir Türkiye ile dünyaya entegre olması gerekir.
Gerçek olan önümüzdeki yıllarda Rusya ekonomik açıdan bir çöküş içine gireceği ve buna bağlı olarakta siyasi ve askeri gücünü kaybetmesi olasıdır. Zaten Sovyet Rusya döneminde yeterince sömürülen bu Kafkas Halkları geçmişte yaşadıkları acı hatıraları tekrar yaşamak istemiyor ise -yani Ukrayna’nın ikinci dünya savaşı sırasında ”HOLOMODOR” yani açlıkla yoklukla terbiye edilmeyi istemiyorsa-, gelecek planları için RUSYA’nın olmadığı bir yöntem bulmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bugünde Rusya, ekonomik çıkmaza girdiğinde kendi kaynaklarından önce sömürdüğü toplulukların kaynaklarını tüketmektedir.
Ahmet İşitez

10 Haziran 2016 Cuma

Berlin Duvarı’nın Arkasındaki ‘Derin Almanya’
















By Ahmet İşitez- 10 Haziran 2016
Alman Parlamentosu’nun sözde “Ermeni Soykırım” yasa tasarısı kabul etmesi,çoktan beri gergin olan Türk-Alman ilişkilerine ciddi zararlar vereceği ve bununla beraber Avrupa’nın bundan önce sinyallerini aldığımız “ALMAN DERİN DEVLETİ” tarafından yeniden şekillendirileceği artık belirgin hal almıştır.
İkinci Dünya Savaşının ardından ikiye bölünen Almanya sadece toprak bakımından değil zihniyet bakımından da bölündüğünü ancak BERLİN DUVARI yıkıldıktan sonra anlamak kolaylaştı. Ekonomik tahribatın tamir edilmesi ve toplumsal barışın sağlanmasının ardından bizim “Derin Almanya” yada “Öteki Almanya” dediğimiz federal yapı içinde olmayı kabullenemeyen biraz sosyalist biraz faşist ama daha da çok merkeziyetçi yapı, Almanya’yı ekonomik açıdan yeterli hale gelince Avrupa Birliğini yönetmeye başladı. Zaten Almanya’nın bin yıllık rüyası olan “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu” hayali gerçeğe hiç bu kadar yakınlaşmamıştı. İşte Derin Almanya öncelikle kendi ülkesinde değişimini tamamladı. Avrupa’yı değiştirmeye başlayınca da hayallerinin sınırında bulunan aslında bu hayalleri yerle bir edecek düşmanları ile yetmiş yıl sonra tekrar yüzleşecekti. Bu korku Almanya’nın İngiltere’nin ve ABD’nin dünyanın nüfuz bölgelerindeki gücünü artık savaşarak değiştiremeyeceğini görmesiydi.
Almanya yukarıda yazdığımız bir sürecin artık kabuk değiştirme sancısı içine girmiş, dünyanın en önemli nüfuz bölgesinin üzerinde olan Türkiye’ye ilk defa açıktan açığa cephe almıştır. Bunun sebebi Avrupa’nın yaşadığı “Mülteci Sorunu” ve bu sorunla uğraşırken Türkiye’nin gösterdiği tavra tahammül edememesidir. Almanya Avrupa’ya yönelik bu mülteci akının sorumlusu olarak ABD’yi görmekte ama doğrudan bir müdahale edememektedir.
Mülteci sorununa farklı açılardan bakmak zorunda kalan Almanya, Suriye’de yaşanan iç savaşın ne Suriye toprakları ile, ne de Libya’da yaşananların Libya Petrolü ile alakalı olmadığını anlaması biraz geç oldu. Mülteci sorunu diye bahsedilen Avrupa’ya göçün bir istilaya dönüşebileceği kabusu Almanya’nın uykularını kaçırmaktadır.
Almanya’nın içinde bulunduğu çaresiz durumu anlamak için Alman Federal Meclis’inde alılan soykırım yasa tasarısın içeriğine bakmak yeterli olacaktır. Altı milyon Yahudi’yi katleden bir devlet geçmişine sahip bir devletin, geçmişi unutturmak için ‘tarihi’ parlamentolarda yazmak yerine, gelecek yıllar içinde erozyona uğrayacak toplumsal yapıyı nasıl bir arada tutması gerektiğine kafa yorması gerekir.

nazi-haritasi

Savaşarak kazandığı bir tek toprak parçasını elinde tutamayan, kültürel anlamda bir çöküş içine giren toplumunu gündelik zevklerle uyuşturarak zaman kazanmaya çalışan “Derin Almanya” yakın bir gelecekte sınırlarına dayanan tehlikeyi görmenin çaresizliği içinde olduğu yalın bir gerçektir.
Son günlerde Fransa’da yaşanan olaylara bakıldığında bu toplumsal çözülmenin sadece Fransa ile sınırlı kalmayacağı ise belli olmuştur. Etnik ve dinsel ayrımcılık üzerine politika inşa eden partilerin Avrupa’nın bir çok ülkesinde gücünü artırması toplumsal bir kırılma içine giren Avrupa Birliği’nin çöküş sürecinin ilk sinyalleri olarak değerlendirilmelidir.
Avrupa ve Almanya’da bu gelişmeler olurken İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmayı halk oyuna götürmesi daha doğrusu batan gemiyi terk etmesi tesadüf değildir. Zaten ekonomik açıdan çıkmaz içindeki Avrupa ile finansal açıdan yollarını ayıran İngiltere, tarafını ve rengini belli etmiştir.
Ermeni meselesini son konuşacak devletlerden olan Almanya’nın böyle bir sözde soykırım yasasını federal meclisinde kabul etmesi acizliğini yukarıda anlattığımız çıkarımlar ışında değerlendirilmesi gerekir. İkinci Dünya Savaşında katlettikleri Yahudileri bir kenara bırakın, bugün avrupa birliği içine aldıkları ülke halklarına yaptığı soykırımın da hesabını vermelidirler.
Ahmet İşitez

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kudüs’ün Dört Kuralı: İsrail Türkiye Yakınlaşması









By Ahmet İşitez - 01 Haziran 2016
KUDÜS’ÜN DEĞİŞMEZ DÖRT KURALI IŞIĞINDA İSRAİL TÜRKİYE YAKINLAŞMASI
Kural 1:
İsrail’le mücadeleden geri duran bir Arap liderinin, Filistinlilerce kabul görmesi mümkün değildir. İsrail’le perde arkasından anlaşmaya kalkışan bir Arap yöneticinin canı, Filistinliler arasında asla güvende değildir.

Kural 2:
Filistin meselesinde, İsrail’e karşı açıktan tavır almanın cezası ölümdür. Bir Arap yöneticisi, hele de petrolü silah olarak kullanmaya kalkışırsa, en mahrem yerde yani kendi sarayında, en yakını tarafından öldürülebilir.

Kural 3:
Bir Arap lideri, İsrail’le açıktan anlaşma yapmaya ve Siyonistlerle yakınlaşmaya kalkışırsa, ona ilk direniş kendi ordusundan ve askerlerinden gelir. İsrail’e karşı kazanılan zaferin yıldönümünde bile olsa, o lider, kendi askerleri tarafından öldürülmekten kurtulamaz.

Kural 4:
Hiçbir İsrailli yönetici, Filistinlilerle kapsamlı bir barışa imza atamaz. Atarsa, yine kendi halkından birileri çıkıp, onu binlerce kişinin gözleri önünde öldürebilir.

Arap İsrail çekişmesi açık bir savaştan masanın altında bir bilek güreşine döndüğü son dönemde, Gazze’nin tecridi de İsrail’e bir şey kazandırmamış hatta bölge müttefiklerine karşı güç kaybettirmiştir. İsrail’in asıl sorunu dışarıda aradığı sürece kalıcı bir çözüm daha doğrusu ulus devlet ülküsünden uzaklaştığının farkına varmalıdır.Bölgede yalnızlaşan İsrail toplumu içeride de çeşitli kırılmalara hatta ayrılmalara gebedir. İsrail içinde Yahudiliğin mezhep ekseninde birleştirme özelliği gün geçtikçe etkisini kaybetmektedir. Farklı kültürlerdeki dindaş insanlar bir arada yaşamakta gün geçtikçe zorlanmaktadır. Bu da sonuç olarak tarihte görüldüğü gibi “ÜMMET” olgusu ile bir araya zorla getirilmiş bir topluluğun kalıcı bir ulus devlet olma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Siyonist üst akıl diye tabir edebileceğimiz bir yapı, yukarıda bahsettiğimiz hadiseyi görmüş olacak ki, farklı kültürlerin dindaşlarını bir arada tutmak için bugüne kadar denediği yöntemleri 2015 yılından itibaren bir kenara koyup, yeni bir yöntem geliştirmek üzere harekete geçti. ABD ve Avrupa’daki Yahudilerin paylaşmadığı bir kader birliğinden söz etmek çok gereksiz olacağından, bilinen yöntemlerin dışına çıkarak yani mağdur-mazlum bir nesil yerine, mağrur ve gururlu bir nesil yetiştirmek istiyor. Bunun içinde artık bölgesinde kalıcı bir denge unsuru olan Türkiye ile ilişkileri düzeltip, Suriye ve Irak ekseninde bölgede söz sahibi olmak için çaba içine giriyor. İsrail’in Obama yönetimiyle arasının pek iyi olmadığı gün gibi aşikarken, sonbaharda ABD seçimlerinin ardından kartların yeniden dağıtılacağını bilmektedir.
İşte tamda bu yüzden Türkiye-İsrail arasında imzalanacak antlaşmada kamuoyunda konuşulan konuların aksine, en önemli madde Suriye olacaktır. Yukarıda saydığımız dört madde Araplar ile İsrail ilişkilerinin neden çıkmaza girdiğinin ve her çıkmazda karşılıklı can kayıpların çözümün ilerlemesinde bir faydasının olmadığı görülmüş olacak ki, İsrail bölge de söz sahibi olup içerideki mozaiği çatlatmamak için eski dostunun kapısını tekrar çalmıştır.
Ahmet İşitez