25 Temmuz 2016 Pazartesi

İngiltere-AB Restleşmesi, İngiltere’nin Yeni Başbakanı


İngiltere-AB Restleşmesi, İngiltere’nin Yeni Başbakanı


   
İngiltere’nin AB’den ayrılma referandumu beklenen sonuçları dışında beklenmeyen bir çok yeni sorun ortaya çıkardı. Bu sorunların AB tarafında olanlarını incelemek yerine karşılıklı blöf yapan İngiltere ve AB’nin masada neler bıraktığına bakmak lazım.
David Cameron oynadığı siyasi kumarı kaybedip görevini İçişleri Bakanı olan Theresa May’a devretti. Devrederken bir çok sorunu yeni başbakanın çözmesi gerekecek. David Cameron uzun süre AB referandum taleplerini reddettikten sonra sert bir ‘U dönüşü’ ile genel seçimi kazanırsa referandum kararı alacağını vaat etmişti. Genel seçimde bu etki ile tek başına iktidara gelince bu sözünü istemeye istemeye yerine getirmek zorunda kaldı. Diğer bir oynadığı kumar ise İSKOÇ Referandumu oldu. Başlangıçta ayrılma yönünde oyların çokluğu nedeniyle İskoçya’da AB’den yana tavır alacağını vaat edip oyları % 55 birlikten yana çevirmeyi başarmıştı.
David Cameron’un siyasi talihsizliğimi dersiniz yoksa basiretsizliğimi dersiniz bilemem ancaj sonuç itibariyle istifa edince verdiği kararların siyasi sorumluluğu Theresa May’a kaldı. İngiltere içinde “Liberal Muhafazakar” diye tanımlayabileceğimiz Theresa May AB içinde kalmayı savunan fakat İçişleri Bakanlığı yaptığı yaklaşık altı yıl içinde icraatları ile bunun tam aksini yapan bir bakan profili çizdi. 2010 yılında bakan olunca İngiltere’ye giren göçmen sayısını yıl itibariyle 100.000 kişi ile sınırlayacağını vaat etti ancak 2015 yılı itibariyle bu sayı 330.000 buldu. AB içinde kalmayı savunurken İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden ayrılması gerektiğini savundu. Tutarsızlık konusunda David Cameron ile yarışacak kadar bir konumda olmasa da eşcinsellerin evlat edinmesine red oyu kullanıp eşcinsel evliliğe evet oyu vermesi İngiliz Halkı için “gelen gideni aratır” dedirtecek niteliktedir.

Birleşik Krallık (İngiltere)'nin Yeni Başbakanı Theresa May
Birleşik Krallık (İngiltere)’nin Yeni Başbakanı Theresa May

Theresa May’i daha doğrusu İngiltere’yi bekleyen en büyük sorun AB’den ayrılma referandumundan sonra İskoçya’nın Birleşik Krallıktan ayrılmak istemesini tekrar dillendirmeye başlaması ile başlayan yeni bir sürecin nasıl yönetileceği tartışması olacaktır. İngiltere’nin AB’den ayrılmak için bir çok sebebi varken, AB’nin İngiltere’nin birliği kaşıması, Avrupa’da yükselmeye başlayan MONARŞİ karşıtı görüşlerin önce İspanya’da sorgulanır hale gelip diğer Avrupa’nın monarşi ile yönetilen devletlerine sirayet etmesi bilinçli bir politikanın ürünü gibi görülmelidir. Almanya ve Fransa’nın diğer AB ülkeleri üzerinde yürüttüğü bu politikalardan rahatsızlık duyan Birleşik Krallık, malum sonu yani monarşinin kaldırılmasını geciktirme çabası içindedir. NATO ve AB birliktelikleri içinde ABD’nin alacağı tutum İngiltere’nin geleceği ve AB için alacağı kararlarda belirleyici olacaktır.
Theresa May’in kabinesinde sürpriz tabir edilen Dışişleri Bakanı Boris Johnson’un olması yeni başbakanın önceliğinin İngiltere içi sorunlar olacağı olarak görülmelidir. Kaldı ki gafları ile dünya gündemini meşgul ederken Theresa May içerde rahat çalışabileceği bir ortam hazırlamak istemektedir.
İngiltere ile AB’nin birbirlerine blöf yaparak reste rest demesi, geldikleri nokta itibariyle iki tarafta da çok şeyin kaybedildiğini bizlere göstermektedir. İngiltere yaralarını sararken zorlanacağı sorunları geçmişte olduğu gibi gelenekçi bir anlayışla aşabilir ama AB’nin kapısında olan mülteci sorunu, dış çember ülkelerin ekonomik sorunları ve en önemlisi artık AB birlikteliğinin ciddi ciddi tartışılır olması, aşması imkansız sorunlar olarak görülebilir. Bunca sorunla birlikte Avrupa’da aşırı sağın engellenemez yükselişiyle birlikte ırkçı hareketlerin yoğunlaşması, bırakın AB’nin bir arada kalmasını bazı ülkelerin kendi içinde kopuş bile yaşayabileceğinin habercisi olarak yorumlanmalıdır. AB ülkelerinin içinde artık yeni bir BREXİT ayrımcılığının ortaya çıkması eskilerin tabiri ile “Rivayeti gerçeğinden beter” hale getirmiştir. Almanya ve Fransa artan terör hareketlerinde alacağı tutum da AB’nin geleceği konusunda belirleyici olacaktır. Yaklaşan Fransa seçimleri bunu en iyi göreceğimiz bir mihenk taşı olacaktır.

12 Temmuz 2016 Salı

İsrail Mısır İlişkileri: Perde Arkasındaki Doğalgaz Faktörü


İsrail Mısır İlişkileri: Perde Arkasındaki Doğalgaz Faktörü


   
DİMYAT’a Gitmeden OSMANCIK’tan PİRİNÇ Almak
Mısır Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı ile saray çevresinde sıkça söylenen “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” sözü günümüzde de bilinen ve halk dilinde çokça söylenen bir sözdür. Geçmiş zaman olur ki yaşanan olayların tekrarı oldukça hatırlanıp nedamet duyulan bir ifade olarak kalmıştır. Pek çoğumuz Dimyat’ın Mısır’ın bir sahil kenti olduğunu bilmeyiz. Dimyat senelerce küçük bir sahil kenti iken yakın zamanda oldukça stratejik öneme sahip bir kent olmasını burada kurulan LNG gaz tesisine borçludur. Aslında Dimyat Mısır’ın özgürlüğüne vurulmuş bir zincirden başka bir şey değildir. Gelin şimdi demokrasiden uzak geçen yılların ardından “Arap Baharı” diye estirilen yapay türbülansın önce Hüsnü Mübarek sonra da Muhammed Mursi‘nin başına gelenlerin için aslında çok büyük bir yolsuzluğun üzerini kapatmak ve değişen ekonomik şartlar ile ülkenin iflasının sınırına getirilmesini inceleyelim. Bu hadise aslında tam bir ibret vesikasıdır. Ben örneği Osmancık’tan vermem pirinç yetişmesinden ibarettir. Ya petrol ve doğalgazdan başka satacak hiçbir şeyi olmayan Ortadoğu ülkeleri bu ibretlik hikayenin içinden dersler çıkarmak zorundadır.

Kaynak: gulfoilandgas.com
Kaynak: gulfoilandgas.com

1978’de Camp David Antlaşmasının ardından ABD Sina Yarımadası’ndan çekilmek şartı ile İsrail’e 15 yıllık enerji ihtiyacını karşılama garantisi verdi. Mısır ve İsrail arasındaki ilişkilerin düzene girmesinin ardından Camp David Antlaşmasının gizli olan maddelerinden biri olan İsrail’in Mısır’daki petrol ve doğalgaz ihalelerine girme hakkı İsrail’e tanınmıştır. 1993’de Oslo Antlaşması sırasında da İsrail’in FKÖ tanıması karşısında hem İsrail’e hem de Mısır’a çeşitli yardımlar verildiği bilinmektedir. Camp David’te Mısır adına imza koyan Enver Sedat’ın öldürülmesini ülke içinde bir karşılığı olduğu yani İsrail ile milli çıkarların aksine bir antlaşma yapmanın kendi ordusunun içinde bile can güvenliği olmadığını göstermiştir. Camp David anlaşmasından sonra İsrail ve Mısır istihbarat örgütleri arasındaki yakınlaşma ve bu yakınlaşmanın ticari bir boyut kazanması geç olmamıştır. Yolsuzluktan hüküm giymiş mısırlı eski istihbarat elemanı Hüseyin Salim ki kendisi Hüsnü Mübarek ile olan ilişkisinden ötürü en yakın adamı olarak görülmelidir. İsrail ile ilişkileri sonucunda İskenderiye Limanı’nda 1,2 milyar dolar değerinde petrol rafineri yatırımı yapan şirketin İsrail tarafından kurulmasında büyük payı vardır. Verilen olağan üstü imtiyazların zaman geçtikçe gün yüzüne çıkan kısmı gerçekte olandan çok azdır. Bu şirketteki Hüseyin Salim’in adamı olan yine katkıları ve Hüsnü Mübarek’e olan yakınlığı ile ilerde petrol bakanı yapacağı Samih Fehmi’den başkası değildir.

huseyin salim
Hüseyin Salim

Samih Fehmi petrol bakanı olunca Hüseyin Salim ve Mossat elemanı olan Yossi Maiman tarafından kurulan EMG şirketine Mısır’ın çıkardığı doğalgazı satmak için yetki verildi. Bu şirket El-Ariş ile Aşkelon arasına kurduğu boru hattı ile doğal gazı İsrail’e sattı. Bu satışın şartlarına bakıldığında dünyada doğalgazın metreküp fiyatı ortalama 12,5 dolar civarında iken Almanya Rusya’dan aldığı doğalgaza 8 dolar ödeme yaparken; Mısır devleti doğalgazı EMG firmasına 1,5 dolar gibi komik bir fiyata sattı ve EMG’de bu gazı İsrail’e 2,5 dolar gibi piyasa şartlarının çok altında satmasıyla Mısır devletinin bir kaç yıl içinde 11 milyar dolar civarında zarar etmesine yol açtı. EMG firmasının ortakları zengin olurken İsrail Devleti çok ucuz bir şekilde enerji üretebildi. 2011’de Tahrir Meydanında halkın isyan ettiği konulardan biri de buydu. Gelişen olayların ardından boru hattının kapatılmasından sonra ortaya çıkan Mısır Devlet’inin EMG ile yaptığı halktan gizlenen antlaşmanın maddeleri gereğince EMG ve diğer gaz şirketleri tarafından açılan davaların sonucunda Mısır Devlet’inin ödemek zorunda kalacağı rakam yaklaşık 20 milyar dolardı. Mısır’ın döviz rezervlerinin yaklaşık 15 milyar dolar olduğuna bilindiğine göre, pratikte bu devletin iflası anlamına gelmekteydi. Zaten ülkede yaşanan enerji sıkıntısı gün geçtikçe hayatı felç etmektedir. Demokratik yollarla iktidara gelen Muhammed Mursi bu çarpık yapının ortadan kaldırılması için adımlar attı fakat bu da onun iktidarının sonu oldu. Benzin sıkıntısının manipüle edilmesiyle ordu yönetime el koydu. Zaten ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Mısır üzerinde baskı oluşturmak için böyle bir kukla yöneticiden başkası düşünülemezdi. Abdülfettah el-Sisi yönetime geçtikten sonra İsrail ile tekrar temas kuruldu ve daha sonra kaldırılan uluslararası şirketlerin petrol ve doğalgaz ticareti yeniden başladı.
Mısır’da bu gelişmeler olurken 2010 yılında İsrail Akdeniz’deki Leviathan ve Tamar bölgelerinde yaklaşık 740 milyon metreküp doğalgaz rezervi bulması ve işletmeye başlaması, aslında İsrail Devleti için “İkinci Kuruluş” olarak kabul edilebilir. İsrail bu ürettiği doğalgazı işleyerek taşınabilirliği daha yüksek LNG gaza dönüştürerek satma yoluna gidecektir. Yağlı müşteriyi uzaklarda aramak yerine geçmişte enerji kaynaklarına muhtaç olduğu fakat bugün enerji kıtlığı çeken komşusuna satmak isteyecektir. Şartlar tamda İsrail’in istediği gibidir.

noble leviathan

Mısır’ın ürettiği doğalgaz kendi iç talebi bile karşılamaktan uzakken, yukarıda bahsettiğimiz kendine açılan uluslararası davaların kıskacında olan borcu yüzünden ekonomik bağımsızlığını kaybetmek üzeredir. EMG firmasına 8 milyar dolar, çeşitli gaz firmalarına 6 milyar dolar ve İspanyol firması Union Fenosa’ya olan 6 milyar dolar borcu varken; ülkenin enerji ihtiyacı karşılaması gittikçe güçleşmiştir. İşte tamda bu noktada iflas ettiğini açıklayan EMG firmasının sahip olduğu El-Ariş ile Aşkelon arasındaki doğalgaz boru hattı tersine çalıştırılıp mısır senelerce ucuza sattığı doğalgazı MAKUL piyasa şartları ile geri alabilir. Bu ticaretin karşılığında ise İsrail’in Mısır’dan istediği paradan daha önemli şartlar vardır. Bunlardan ilki her daim kontrol edebileceği, istediğinde cezalandırıp muma çevireceği bir Mısır olmasını istemesidir. İkincisi bence çok daha önemlisi Süveyş Kanalını kullanım serbestliği alarak ürettiği LNG gazını Asya ve Uzakdoğu’ya satma imkanını yakalamak istemesidir. Bu iki madde Mısır Devlet’inin geleceğine konulmuş ipotekten başka bir şey olmadığını görmek artık zor değildir. Kontrol edilebilir bir Mısır için Mısır halkının daha neler kaybedeceğini düşünmek gerekir. Muhammed Mursi’yi devirirken sevinç çığlıkları atanlar içi boşaltılan bir devletin gün gelip istiklaline de kaybedeceğini hiç düşünmemiş olmalılar.
Evet başlarken bahsettiğimiz Dimyat’a ve İdku’ya Noble Enerji tarafından şirketi kurulan LNG üretim tesisleri Mısır’da esaret zincirinin bir halkası olarak üretime geçmiştir. Mısır’ın yaşadıklarını başlarken yazdığımız “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözü olanları en güzel ifade etmektedir. Ekonomik bağımsızlığı tehlikeye giren Mısır’ın demokrasi ile yönetilmesini beklemek basit tabirle saflık olur. Bu yaşananlardan bölge ülkelerinin alacakları dersler önemlidir.
Ortadoğu’da yaşanan siyasi gelişmeler bir birine benzerlik gösterse de değişmeyen tek şey sonucunda kaybedenlerin hep bir teselli bulmasıdır

1 Temmuz 2016 Cuma

8-9 Temmuz NATO Varşova Zirvesi’nden Beklentiler




By Ahmet İşitez -01 Temmuz 2016
8-9 Temmuz tarihlerinde Varşova’da yapacakları zirvede, NATO üyesi ülkelerin devlet başkanlarının önemli konuları tartışmak için çok yoğun bir gündemi olacak. Varşova’da yapılacak zirveyi daha da önemli hale getiren güncel gelişmelerin ışığında bakmak gerekir. İngiltere’nin AB’den ayrılması konusu ve Dmitri Medvedev’in “Yeni bir Soğuk Savaş Dönemine Geri Dönüyoruz” açıklamaları mevcut olan Ukrayna ve Suriye konularındaki gerginliğin Polonya ve diğer Baltık Ülkelerinin Rusya konusundaki endişelere bırakması, Varşova Zirve’sinin oldukça hareketli geçeceğinin göstergesidir.
Zirve de gündeme gelmesi beklenen Nato’nun 4-5 Eylül 2014 yaptığı Galler zirvesinde aldığı kararların güncellenmesinin yanı sıra aşağıdaki başlıklar önem arz etmektedir.
– Toplu savunma sisteminin güçlendirilmesi
– Nato’nun ekonomik güç paylaşımının yeniden belirlenmesi
– Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışma
– Afganistan’da durum güncellenmesi
– Suriye ve Irak’taki gelişmeler
– Libya’daki son gelişmeler
– Doğu Avrupa’da daha güçlü bir ASKERİ GÜÇ oluşturulması.
Varşova Zirvesi’nde en hararetli tartışma ABD dışında diğer üye ülkelerin ve üye yapılacak aday ülkelerin NATO’nun ekonomik ve askeri yük paylaşımı konusunda olacaktır. Yaklaşan ABD seçimlerinde adayların ikisinin de NATO’ya ekonomik katkılarını sınırlandıracağı hatta keseceğini vaat etmesi sadece kendi seçmenlerine dönük bir yatırımdan çok sıkıntılı bir süreçte olan AB’ye de bir gözdağı niteliğinde okunması gerekir. Türkiye’nin katkısının Almanya’dan fazla olması ilginçtir. ABD sıkıntılı süreçlerde karar alma konusunda isteksiz davranan daha basit ifade ile “taşın altına elini koymayan” Fransa ve Almanya‘dan daha adil bir paylaşım beklemektedir. İngiltere ile daima uyumlu bir ekonomik ve askeri geçmişe sahip olması İngiltere’nin AB ve NATO politikalarında etkili olmuştur. Ayrıca Fransa’da yaşanan terör olaylarından sonra bile Almanya ve Fransa’nın terör örgütleri konusunda iki yüzlü davranmasını ve terör örgütlerinin finansal kaynaklara erişimini engelleme konusunda isteksiz davranmasını ABD siyaseti görmezden gelemez.
Avrupa’daki terör olaylarının dışında mülteci konusunda başlangıç itibari ile isteksiz davranan AB ülkeleri, tehlike kapıya dayandığında hareket kabiliyetlerinin sınırlandığı fark etmişlerdir. Bu zirvede “Yük Paylaşımı” konusunda ABD’yi ikna etmeleri çok zor görünmektedir. Finansal açıdan sıkıntılı bir süreçte olan NATO’nun AB üyeleri alınacak yeni bir askeri yatırım konusunda kendi kamuoyunu ikna etmekte çok zorluk çekecektir. 2013 yılından beri AB ülkelerinin çoğunda yükselişe geçen Aşırı Sağ Partiler bu ülkelerin bu yeni NATO kararları almasına engel teşkil edecek diğer bir husustur.
İkinci önemli gündem maddesi ise Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ve Rusya’nın Ukrayna, Gürcistan ve Suriye üzerindeki faaliyetleri olacaktır. Bu konu NATO için tam bir açmaza dönüşmüştür. Rusya’ya yaptırımların Avrupa ülkeleri tarafından isteksiz uygulanması, hatta her fırsatta delmek için farklı yöntemler geliştirmesi, ABD tarafından yakından takip edilmekte ve zirvede ABD’nin masaya getireceği en önemli argüman olacaktır. Diğer bir konu da Baltık Denizinde yaşanan Rusya’nın bölgedeki mevcudiyetini artırmasına yönelik bölge ülkelerinin yaşadığı rahatsızlıktır. Polonya’da güçlü bir askeri üs kurulması ve NATO’nun Baltık denizi etrafında askeri varlığını artırması Rusya’ya karşı bir caydırıcı güç olması istenmektedir.


Baltık Denizi Haritası ve Baltık Ülkeleri
Baltık Denizi Haritası ve Baltık Ülkeleri

Sonuç olarak ABD seçimlerinden önce yapılacak bu zirveden çok bağlayıcı kararların çıkması beklenmemelidir. İngiltere’nin AB’den ayrılmasının ardından NATO içerisinde alacağı tutumu David Cameron’un yerine geçmesi muhtemel olan Osmanlı Torunu olan Boris Johnson belirleyecek. Zirveye ev sahipliği yapan Polonya’nın gündeme getirmesi muhtemel Mülteci Sorunu meseleside farklı bir boyutla zirveye taşınacaktır.
Gelelim Türkiye açısından bu zirvenin taşıdığı anlama; NATO’nun 5.maddesinin uygulanması konusunda ülkelerin konu Türkiye olunca gösterdiği isteksizlik ve terör konusunda yaşadığı sıkıntılara rağmen Avrupa Ülkelerinin terör örgütü PKK konusunda sahiplenir tavırları kabul edilemez bir hal almıştır. Türkiye’nin politikası NATO’dan ayrılmak yerine NATO’nun dağılacağını görüp beklemek üzere belirlendiği görülmektedir. Son dönemde AB ile arasında soruna neden olan Vize Serbestliği anlaşmasında da kalıcı adım atamaması zirve de gündeme gelecek, mülteci akını konusunda çaresizlik içindeki AB ülkelerine karşı elini güçlendirecektir. Türkiye-Rusya arasındaki uçak düşürme krizinde AB’nin aldığı tavrı Türkiye unutmamıştır. Sıkıntılı bir süreç içinde olan AB’nin lokomotif ülkesi olan Almanya’nın, zirvede en çok terleyecek olması aşikardır.