17 Ağustos 2016 Çarşamba

Ortadoğu’nun Bataklığından, Pasifik’in Sığ Sularına


By Ahmet İşitez- 17 Ağustos 2016


   
ABD’de yaklaşan seçimlerle birlikte OBAMA dönemine ait yapılan değerlendirmeler bir hayli arttı. Bu değerlendirmelerin objektif bir bakış açısıyla yapılanları genelde ABD dışında yapılanlar olduğu, sadece ülke içinde değil ülke dışında da OBAMA yönetiminin dış politikasının başarısız olduğu yönündedir.
ABD, ”Arap Baharı” ile Ortadoğu’da yaşanan bir dizi gelişmeler karşısında verilen tepkilerin olayları yönlendiren ve kontrol eden değil, olayların peşinden giden bir politika izlediği ortadadır. Suriye’de yaşanan iç savaş sürecinde yaptığı yöntemsel hatalar nedeniyle bölgedeki inisiyatifi kaybetmiş olmasının yanında Yemen’de yaşanan çatışmalar nedeniyle doğal müttefiki Suudi Arabistan ile birlikte tam bir karabasana dönen bir durum içinde kalmıştır.
Her ne kadar İran ile yaşanan normalleşme sürecini kendi hesabına bir başarı gibi göstermeye çalışsa da, gerçekte asıl başarının her zaman bir ‘B Planı’ olan İran’ın ”MASA BAŞI” kazancı olarak görülmesi gerekir.
Ortadoğu’da gelişen olaylar karşısında doğru politikalar üretmenin Ortadoğu’nun etnik ve mezhepsel yapısını doğru analiz etmekten geçtiğini öğrenemeyen ABD, Ortadoğu politikasını çoğu zaman uluslararası petrol firmalarının çıkarları üzerine kurguladığı için, ne Irak’ta BAAS Partisi’nin Sünni referanslı, ne de Suriye’deki BAAS Partisi’nin Şii referanslı olmasının bölünmeye yol açacağını anlayamadığı için ”IRAK’TAN ÇIKAMAYIP, SURİYE’YE DE GİREMEMİŞTİR”.
OBAMA yönetimi göreve geldiği ilk yıllarda ”PASİFİK VİZYONU” olarak açıkladığı ancak geçen yıllar itibariyle altını dolduramadığı, kabul etmesi gereken bir başarısızlık olarak görülmektedir. Bu başarısızlığı Ortadoğu bataklığından çıkamamasına bağlamak en hafifinden basitlik olur. OBAMA yönetiminin asıl başarısızlığı Pasifik’te yaşadığı başarısızlık yada beceriksizlik olarak görülmesi gerekir. Bunun sonucunda verdiği yanlış tepkiler ve aldığı hatalı kararlar sonucunda keskinleşip sıklaşan bir Rusya-Çin-Kuzey Kore hattı oluşmasına sebep olmuştur. Güney Çin Denizinde yaşanan sorunlar nedeniyle Trans Pasifik Deniz Ticareti güvenliği tartışılır hale gelmiştir.
Karşısında oluşan bu saf karşısında Güney Kore-Japonya ile bir saf oluşturma içine giren ABD, yaşadığı sorunun karşı saftan daha çok kendi safındaki iki ülke arasında olduğunu bilmesi ve yıllardır süren bu küslüğün ortak bir tehditle biteceğini düşünmüş olması gerçekten büyük bir açmazdır. Aralarında tarihten gelen bir husumetin olduğu Güney Kore ve Japonya, ortak bir tehditle bile bir araya gelemeyeceğini en iyi ”Sen de bu KUYRUK ACISI, bende de EVLAT ACISI oldukça” diye biten hikaye anlatıyor olsa gerektir.
İkinci Dünya Savaşından bu yana savunma planları ve harcamaları yapmayan Japonya, Kuzey Kore ve Doğu Çin Denizi’nde Çin’den aldığı tehditleri bertaraf etmek için ülke savunmasını adeta devrettiği ABD’den medet ummaktadır. Doğu Çin Denizi’nde yapay adalar vasıtası ile kıta sahanlığını artıran Çin, bu yapay adaları füze sistemleri ile silahlandırma düşüncesi, bölge çıkarları tehlikeye giren ABD ve Japonya’yı bu bölgedeki askeri varlığını artırmak zorunda bırakmıştır. Burada asıl önemli olan konu, Doğu Çin Denizi’ndeki deniz ticaret filolarının güvenliğinin tehlikeye girme endişesidir.
Kuzey ve Güney Kore arasında yaşanan gerilimi bir çok kişi doğal sayacak kadar kanıksamış olabilir fakat 4 Şubat 2016’da imzalanan 12 ülkenin dahil olduğu TRANS PASİFİK ANTLAŞMASI ile farklı bir gerilime sebep olduğu ortadadır. (ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Brunei, Malezya, Yeni Zelanda, Vietnam, Meksika, Singapur, Peru ve Şili) Bu antlaşmayla bölge ülkesi olduğu halde Çin ve Kuzey Kore’nin dahil edilmemesi sorunsalını bir kenara bırakın, bu antlaşmaya imza koyan ülkelerin bazılarının kendi parlamentolarında bile bu antlaşmayı onaylamaları zor görünmektedir.

Trans Pasifik Anlaşması/Ortaklığı ve ülkeler
Trans Pasifik Anlaşması/Ortaklığı ve üye ülkeler

Kuzey Kore’nin bu gelişme sonrasından gür çıkan sesi Güney Kore’nin güçsüzlüğünden değil, arkasındaki Çin Hükümeti’nin sınırsız desteğinden olsa gerektir. Ne Kuzey Kore’nin politikalarını Çin’den ayrı, ne de Güney Kore’nin politikalarını ABD’den ayrı düşünebiliriz.
ABD’nin bölge çıkarları için senelerdir süren Güney Kore ile Japonya’yı barıştırma çabası, günümüz gerçekleri ile bakıldığında başarısız olduğu görülmektedir. Japonya ve Güney Kore arasındaki Güney Çin Denizi’ndeki adacıklar sorunu ve geçmişten gelen Japon sömürge döneminde Güney Kore’de işlenen insanlık suçları konusunda kayda değer bir ilerleme olmamıştır. Bunun yanında iki ülke halklarının bırakın müttefik olmasını, ortak bir görüşte olmalarını beklemek bile tam bir hayalperestliktir.
Güney Çin Denizi’ndeki Çin’in agresif politikaları sadece ABD-Güney Kore-Japon ittifakını değil, bölgedeki diğer bir önemli güç olan Hindistan’ı da rahatsız etmiştir. İşte tamda bu yüzden (*) SIPRI verilerine göre Hindistan son üç yılda en çok savunma harcamaları yapan ülkeler arasında başı çekmektedir. Rusya-İran-Çin ortaklığından rahatsız olan Hindistan sıkıntıyı erken görüp ona göre erken pozisyon almıştır.
Pasifik’teki ısınan suların asıl sebebi senelik 27 trilyon doları bulan deniz ticaretinin güvenliği ve yönetiminde söz sahibi olma çekişmesidir. Bunun yanında pek dillendirilmeyen bir sebepte, Güney ve Doğu Çin Denizi’nde petrol ve doğal gaz için olası rezervin yönetilmesi ve hakim olma kavgasıdır.
Enerji ihtiyacı ve tüketimini yıllar geçtikçe artıran ve çeşitlendirmekte zorluk çeken Çin, bir de ticaret yolunun kendi dışında yönlendirilmesini asla kabul etmeyecektir. Çin’in İran ve Rusya ile yaptığı işbirliği ne kadar başarılı da olsa, ürettiğini müşterilerine ulaştırmada zorluk çekmek istemeyecektir. Ayrıca Çin’in Afrika’daki operasyonlarının başarısı, Ortadoğu politikalarına büyük önem vermesi ile açıklanabilir.
Sonuç olarak;
ABD’deki seçimlerin ardından yeni başkanın bir dış politika değişikliğine gideceği aşikardır. Önceliğin Asya Pasifik olacağı hatta Ortadoğu’daki bir çok kazanımlardan vazgeçmek pahasına bu bölgeye yöneleceğini görmek gerekir. Hindistan’ı yanına çekmek için savunma sanayi işbirliğini, Japonya ve Güney Kore’yi bir arada tutmak için ise ”Tehlike Şarbonu” kullanacağı ortadadır. Bu gelişmelerin bir savaş kıvılcımı çıkarır mı bunu zaman gösterecek ancak ABD geçmişte yaşadığı bir ”Vietnam Felaketi”ni tekrar yaşamamak için ”PASİFİK DENİZİNİN SIĞ SULARINDA” daha çok uykusuz kalacağı kesindir
(*) Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI): the independent resource on global security.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

İngiltere-AB Restleşmesi, İngiltere’nin Yeni Başbakanı


İngiltere-AB Restleşmesi, İngiltere’nin Yeni Başbakanı


   
İngiltere’nin AB’den ayrılma referandumu beklenen sonuçları dışında beklenmeyen bir çok yeni sorun ortaya çıkardı. Bu sorunların AB tarafında olanlarını incelemek yerine karşılıklı blöf yapan İngiltere ve AB’nin masada neler bıraktığına bakmak lazım.
David Cameron oynadığı siyasi kumarı kaybedip görevini İçişleri Bakanı olan Theresa May’a devretti. Devrederken bir çok sorunu yeni başbakanın çözmesi gerekecek. David Cameron uzun süre AB referandum taleplerini reddettikten sonra sert bir ‘U dönüşü’ ile genel seçimi kazanırsa referandum kararı alacağını vaat etmişti. Genel seçimde bu etki ile tek başına iktidara gelince bu sözünü istemeye istemeye yerine getirmek zorunda kaldı. Diğer bir oynadığı kumar ise İSKOÇ Referandumu oldu. Başlangıçta ayrılma yönünde oyların çokluğu nedeniyle İskoçya’da AB’den yana tavır alacağını vaat edip oyları % 55 birlikten yana çevirmeyi başarmıştı.
David Cameron’un siyasi talihsizliğimi dersiniz yoksa basiretsizliğimi dersiniz bilemem ancaj sonuç itibariyle istifa edince verdiği kararların siyasi sorumluluğu Theresa May’a kaldı. İngiltere içinde “Liberal Muhafazakar” diye tanımlayabileceğimiz Theresa May AB içinde kalmayı savunan fakat İçişleri Bakanlığı yaptığı yaklaşık altı yıl içinde icraatları ile bunun tam aksini yapan bir bakan profili çizdi. 2010 yılında bakan olunca İngiltere’ye giren göçmen sayısını yıl itibariyle 100.000 kişi ile sınırlayacağını vaat etti ancak 2015 yılı itibariyle bu sayı 330.000 buldu. AB içinde kalmayı savunurken İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden ayrılması gerektiğini savundu. Tutarsızlık konusunda David Cameron ile yarışacak kadar bir konumda olmasa da eşcinsellerin evlat edinmesine red oyu kullanıp eşcinsel evliliğe evet oyu vermesi İngiliz Halkı için “gelen gideni aratır” dedirtecek niteliktedir.

Birleşik Krallık (İngiltere)'nin Yeni Başbakanı Theresa May
Birleşik Krallık (İngiltere)’nin Yeni Başbakanı Theresa May

Theresa May’i daha doğrusu İngiltere’yi bekleyen en büyük sorun AB’den ayrılma referandumundan sonra İskoçya’nın Birleşik Krallıktan ayrılmak istemesini tekrar dillendirmeye başlaması ile başlayan yeni bir sürecin nasıl yönetileceği tartışması olacaktır. İngiltere’nin AB’den ayrılmak için bir çok sebebi varken, AB’nin İngiltere’nin birliği kaşıması, Avrupa’da yükselmeye başlayan MONARŞİ karşıtı görüşlerin önce İspanya’da sorgulanır hale gelip diğer Avrupa’nın monarşi ile yönetilen devletlerine sirayet etmesi bilinçli bir politikanın ürünü gibi görülmelidir. Almanya ve Fransa’nın diğer AB ülkeleri üzerinde yürüttüğü bu politikalardan rahatsızlık duyan Birleşik Krallık, malum sonu yani monarşinin kaldırılmasını geciktirme çabası içindedir. NATO ve AB birliktelikleri içinde ABD’nin alacağı tutum İngiltere’nin geleceği ve AB için alacağı kararlarda belirleyici olacaktır.
Theresa May’in kabinesinde sürpriz tabir edilen Dışişleri Bakanı Boris Johnson’un olması yeni başbakanın önceliğinin İngiltere içi sorunlar olacağı olarak görülmelidir. Kaldı ki gafları ile dünya gündemini meşgul ederken Theresa May içerde rahat çalışabileceği bir ortam hazırlamak istemektedir.
İngiltere ile AB’nin birbirlerine blöf yaparak reste rest demesi, geldikleri nokta itibariyle iki tarafta da çok şeyin kaybedildiğini bizlere göstermektedir. İngiltere yaralarını sararken zorlanacağı sorunları geçmişte olduğu gibi gelenekçi bir anlayışla aşabilir ama AB’nin kapısında olan mülteci sorunu, dış çember ülkelerin ekonomik sorunları ve en önemlisi artık AB birlikteliğinin ciddi ciddi tartışılır olması, aşması imkansız sorunlar olarak görülebilir. Bunca sorunla birlikte Avrupa’da aşırı sağın engellenemez yükselişiyle birlikte ırkçı hareketlerin yoğunlaşması, bırakın AB’nin bir arada kalmasını bazı ülkelerin kendi içinde kopuş bile yaşayabileceğinin habercisi olarak yorumlanmalıdır. AB ülkelerinin içinde artık yeni bir BREXİT ayrımcılığının ortaya çıkması eskilerin tabiri ile “Rivayeti gerçeğinden beter” hale getirmiştir. Almanya ve Fransa artan terör hareketlerinde alacağı tutum da AB’nin geleceği konusunda belirleyici olacaktır. Yaklaşan Fransa seçimleri bunu en iyi göreceğimiz bir mihenk taşı olacaktır.

12 Temmuz 2016 Salı

İsrail Mısır İlişkileri: Perde Arkasındaki Doğalgaz Faktörü


İsrail Mısır İlişkileri: Perde Arkasındaki Doğalgaz Faktörü


   
DİMYAT’a Gitmeden OSMANCIK’tan PİRİNÇ Almak
Mısır Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı ile saray çevresinde sıkça söylenen “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” sözü günümüzde de bilinen ve halk dilinde çokça söylenen bir sözdür. Geçmiş zaman olur ki yaşanan olayların tekrarı oldukça hatırlanıp nedamet duyulan bir ifade olarak kalmıştır. Pek çoğumuz Dimyat’ın Mısır’ın bir sahil kenti olduğunu bilmeyiz. Dimyat senelerce küçük bir sahil kenti iken yakın zamanda oldukça stratejik öneme sahip bir kent olmasını burada kurulan LNG gaz tesisine borçludur. Aslında Dimyat Mısır’ın özgürlüğüne vurulmuş bir zincirden başka bir şey değildir. Gelin şimdi demokrasiden uzak geçen yılların ardından “Arap Baharı” diye estirilen yapay türbülansın önce Hüsnü Mübarek sonra da Muhammed Mursi‘nin başına gelenlerin için aslında çok büyük bir yolsuzluğun üzerini kapatmak ve değişen ekonomik şartlar ile ülkenin iflasının sınırına getirilmesini inceleyelim. Bu hadise aslında tam bir ibret vesikasıdır. Ben örneği Osmancık’tan vermem pirinç yetişmesinden ibarettir. Ya petrol ve doğalgazdan başka satacak hiçbir şeyi olmayan Ortadoğu ülkeleri bu ibretlik hikayenin içinden dersler çıkarmak zorundadır.

Kaynak: gulfoilandgas.com
Kaynak: gulfoilandgas.com

1978’de Camp David Antlaşmasının ardından ABD Sina Yarımadası’ndan çekilmek şartı ile İsrail’e 15 yıllık enerji ihtiyacını karşılama garantisi verdi. Mısır ve İsrail arasındaki ilişkilerin düzene girmesinin ardından Camp David Antlaşmasının gizli olan maddelerinden biri olan İsrail’in Mısır’daki petrol ve doğalgaz ihalelerine girme hakkı İsrail’e tanınmıştır. 1993’de Oslo Antlaşması sırasında da İsrail’in FKÖ tanıması karşısında hem İsrail’e hem de Mısır’a çeşitli yardımlar verildiği bilinmektedir. Camp David’te Mısır adına imza koyan Enver Sedat’ın öldürülmesini ülke içinde bir karşılığı olduğu yani İsrail ile milli çıkarların aksine bir antlaşma yapmanın kendi ordusunun içinde bile can güvenliği olmadığını göstermiştir. Camp David anlaşmasından sonra İsrail ve Mısır istihbarat örgütleri arasındaki yakınlaşma ve bu yakınlaşmanın ticari bir boyut kazanması geç olmamıştır. Yolsuzluktan hüküm giymiş mısırlı eski istihbarat elemanı Hüseyin Salim ki kendisi Hüsnü Mübarek ile olan ilişkisinden ötürü en yakın adamı olarak görülmelidir. İsrail ile ilişkileri sonucunda İskenderiye Limanı’nda 1,2 milyar dolar değerinde petrol rafineri yatırımı yapan şirketin İsrail tarafından kurulmasında büyük payı vardır. Verilen olağan üstü imtiyazların zaman geçtikçe gün yüzüne çıkan kısmı gerçekte olandan çok azdır. Bu şirketteki Hüseyin Salim’in adamı olan yine katkıları ve Hüsnü Mübarek’e olan yakınlığı ile ilerde petrol bakanı yapacağı Samih Fehmi’den başkası değildir.

huseyin salim
Hüseyin Salim

Samih Fehmi petrol bakanı olunca Hüseyin Salim ve Mossat elemanı olan Yossi Maiman tarafından kurulan EMG şirketine Mısır’ın çıkardığı doğalgazı satmak için yetki verildi. Bu şirket El-Ariş ile Aşkelon arasına kurduğu boru hattı ile doğal gazı İsrail’e sattı. Bu satışın şartlarına bakıldığında dünyada doğalgazın metreküp fiyatı ortalama 12,5 dolar civarında iken Almanya Rusya’dan aldığı doğalgaza 8 dolar ödeme yaparken; Mısır devleti doğalgazı EMG firmasına 1,5 dolar gibi komik bir fiyata sattı ve EMG’de bu gazı İsrail’e 2,5 dolar gibi piyasa şartlarının çok altında satmasıyla Mısır devletinin bir kaç yıl içinde 11 milyar dolar civarında zarar etmesine yol açtı. EMG firmasının ortakları zengin olurken İsrail Devleti çok ucuz bir şekilde enerji üretebildi. 2011’de Tahrir Meydanında halkın isyan ettiği konulardan biri de buydu. Gelişen olayların ardından boru hattının kapatılmasından sonra ortaya çıkan Mısır Devlet’inin EMG ile yaptığı halktan gizlenen antlaşmanın maddeleri gereğince EMG ve diğer gaz şirketleri tarafından açılan davaların sonucunda Mısır Devlet’inin ödemek zorunda kalacağı rakam yaklaşık 20 milyar dolardı. Mısır’ın döviz rezervlerinin yaklaşık 15 milyar dolar olduğuna bilindiğine göre, pratikte bu devletin iflası anlamına gelmekteydi. Zaten ülkede yaşanan enerji sıkıntısı gün geçtikçe hayatı felç etmektedir. Demokratik yollarla iktidara gelen Muhammed Mursi bu çarpık yapının ortadan kaldırılması için adımlar attı fakat bu da onun iktidarının sonu oldu. Benzin sıkıntısının manipüle edilmesiyle ordu yönetime el koydu. Zaten ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Mısır üzerinde baskı oluşturmak için böyle bir kukla yöneticiden başkası düşünülemezdi. Abdülfettah el-Sisi yönetime geçtikten sonra İsrail ile tekrar temas kuruldu ve daha sonra kaldırılan uluslararası şirketlerin petrol ve doğalgaz ticareti yeniden başladı.
Mısır’da bu gelişmeler olurken 2010 yılında İsrail Akdeniz’deki Leviathan ve Tamar bölgelerinde yaklaşık 740 milyon metreküp doğalgaz rezervi bulması ve işletmeye başlaması, aslında İsrail Devleti için “İkinci Kuruluş” olarak kabul edilebilir. İsrail bu ürettiği doğalgazı işleyerek taşınabilirliği daha yüksek LNG gaza dönüştürerek satma yoluna gidecektir. Yağlı müşteriyi uzaklarda aramak yerine geçmişte enerji kaynaklarına muhtaç olduğu fakat bugün enerji kıtlığı çeken komşusuna satmak isteyecektir. Şartlar tamda İsrail’in istediği gibidir.

noble leviathan

Mısır’ın ürettiği doğalgaz kendi iç talebi bile karşılamaktan uzakken, yukarıda bahsettiğimiz kendine açılan uluslararası davaların kıskacında olan borcu yüzünden ekonomik bağımsızlığını kaybetmek üzeredir. EMG firmasına 8 milyar dolar, çeşitli gaz firmalarına 6 milyar dolar ve İspanyol firması Union Fenosa’ya olan 6 milyar dolar borcu varken; ülkenin enerji ihtiyacı karşılaması gittikçe güçleşmiştir. İşte tamda bu noktada iflas ettiğini açıklayan EMG firmasının sahip olduğu El-Ariş ile Aşkelon arasındaki doğalgaz boru hattı tersine çalıştırılıp mısır senelerce ucuza sattığı doğalgazı MAKUL piyasa şartları ile geri alabilir. Bu ticaretin karşılığında ise İsrail’in Mısır’dan istediği paradan daha önemli şartlar vardır. Bunlardan ilki her daim kontrol edebileceği, istediğinde cezalandırıp muma çevireceği bir Mısır olmasını istemesidir. İkincisi bence çok daha önemlisi Süveyş Kanalını kullanım serbestliği alarak ürettiği LNG gazını Asya ve Uzakdoğu’ya satma imkanını yakalamak istemesidir. Bu iki madde Mısır Devlet’inin geleceğine konulmuş ipotekten başka bir şey olmadığını görmek artık zor değildir. Kontrol edilebilir bir Mısır için Mısır halkının daha neler kaybedeceğini düşünmek gerekir. Muhammed Mursi’yi devirirken sevinç çığlıkları atanlar içi boşaltılan bir devletin gün gelip istiklaline de kaybedeceğini hiç düşünmemiş olmalılar.
Evet başlarken bahsettiğimiz Dimyat’a ve İdku’ya Noble Enerji tarafından şirketi kurulan LNG üretim tesisleri Mısır’da esaret zincirinin bir halkası olarak üretime geçmiştir. Mısır’ın yaşadıklarını başlarken yazdığımız “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözü olanları en güzel ifade etmektedir. Ekonomik bağımsızlığı tehlikeye giren Mısır’ın demokrasi ile yönetilmesini beklemek basit tabirle saflık olur. Bu yaşananlardan bölge ülkelerinin alacakları dersler önemlidir.
Ortadoğu’da yaşanan siyasi gelişmeler bir birine benzerlik gösterse de değişmeyen tek şey sonucunda kaybedenlerin hep bir teselli bulmasıdır

1 Temmuz 2016 Cuma

8-9 Temmuz NATO Varşova Zirvesi’nden Beklentiler




By Ahmet İşitez -01 Temmuz 2016
8-9 Temmuz tarihlerinde Varşova’da yapacakları zirvede, NATO üyesi ülkelerin devlet başkanlarının önemli konuları tartışmak için çok yoğun bir gündemi olacak. Varşova’da yapılacak zirveyi daha da önemli hale getiren güncel gelişmelerin ışığında bakmak gerekir. İngiltere’nin AB’den ayrılması konusu ve Dmitri Medvedev’in “Yeni bir Soğuk Savaş Dönemine Geri Dönüyoruz” açıklamaları mevcut olan Ukrayna ve Suriye konularındaki gerginliğin Polonya ve diğer Baltık Ülkelerinin Rusya konusundaki endişelere bırakması, Varşova Zirve’sinin oldukça hareketli geçeceğinin göstergesidir.
Zirve de gündeme gelmesi beklenen Nato’nun 4-5 Eylül 2014 yaptığı Galler zirvesinde aldığı kararların güncellenmesinin yanı sıra aşağıdaki başlıklar önem arz etmektedir.
– Toplu savunma sisteminin güçlendirilmesi
– Nato’nun ekonomik güç paylaşımının yeniden belirlenmesi
– Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışma
– Afganistan’da durum güncellenmesi
– Suriye ve Irak’taki gelişmeler
– Libya’daki son gelişmeler
– Doğu Avrupa’da daha güçlü bir ASKERİ GÜÇ oluşturulması.
Varşova Zirvesi’nde en hararetli tartışma ABD dışında diğer üye ülkelerin ve üye yapılacak aday ülkelerin NATO’nun ekonomik ve askeri yük paylaşımı konusunda olacaktır. Yaklaşan ABD seçimlerinde adayların ikisinin de NATO’ya ekonomik katkılarını sınırlandıracağı hatta keseceğini vaat etmesi sadece kendi seçmenlerine dönük bir yatırımdan çok sıkıntılı bir süreçte olan AB’ye de bir gözdağı niteliğinde okunması gerekir. Türkiye’nin katkısının Almanya’dan fazla olması ilginçtir. ABD sıkıntılı süreçlerde karar alma konusunda isteksiz davranan daha basit ifade ile “taşın altına elini koymayan” Fransa ve Almanya‘dan daha adil bir paylaşım beklemektedir. İngiltere ile daima uyumlu bir ekonomik ve askeri geçmişe sahip olması İngiltere’nin AB ve NATO politikalarında etkili olmuştur. Ayrıca Fransa’da yaşanan terör olaylarından sonra bile Almanya ve Fransa’nın terör örgütleri konusunda iki yüzlü davranmasını ve terör örgütlerinin finansal kaynaklara erişimini engelleme konusunda isteksiz davranmasını ABD siyaseti görmezden gelemez.
Avrupa’daki terör olaylarının dışında mülteci konusunda başlangıç itibari ile isteksiz davranan AB ülkeleri, tehlike kapıya dayandığında hareket kabiliyetlerinin sınırlandığı fark etmişlerdir. Bu zirvede “Yük Paylaşımı” konusunda ABD’yi ikna etmeleri çok zor görünmektedir. Finansal açıdan sıkıntılı bir süreçte olan NATO’nun AB üyeleri alınacak yeni bir askeri yatırım konusunda kendi kamuoyunu ikna etmekte çok zorluk çekecektir. 2013 yılından beri AB ülkelerinin çoğunda yükselişe geçen Aşırı Sağ Partiler bu ülkelerin bu yeni NATO kararları almasına engel teşkil edecek diğer bir husustur.
İkinci önemli gündem maddesi ise Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ve Rusya’nın Ukrayna, Gürcistan ve Suriye üzerindeki faaliyetleri olacaktır. Bu konu NATO için tam bir açmaza dönüşmüştür. Rusya’ya yaptırımların Avrupa ülkeleri tarafından isteksiz uygulanması, hatta her fırsatta delmek için farklı yöntemler geliştirmesi, ABD tarafından yakından takip edilmekte ve zirvede ABD’nin masaya getireceği en önemli argüman olacaktır. Diğer bir konu da Baltık Denizinde yaşanan Rusya’nın bölgedeki mevcudiyetini artırmasına yönelik bölge ülkelerinin yaşadığı rahatsızlıktır. Polonya’da güçlü bir askeri üs kurulması ve NATO’nun Baltık denizi etrafında askeri varlığını artırması Rusya’ya karşı bir caydırıcı güç olması istenmektedir.


Baltık Denizi Haritası ve Baltık Ülkeleri
Baltık Denizi Haritası ve Baltık Ülkeleri

Sonuç olarak ABD seçimlerinden önce yapılacak bu zirveden çok bağlayıcı kararların çıkması beklenmemelidir. İngiltere’nin AB’den ayrılmasının ardından NATO içerisinde alacağı tutumu David Cameron’un yerine geçmesi muhtemel olan Osmanlı Torunu olan Boris Johnson belirleyecek. Zirveye ev sahipliği yapan Polonya’nın gündeme getirmesi muhtemel Mülteci Sorunu meseleside farklı bir boyutla zirveye taşınacaktır.
Gelelim Türkiye açısından bu zirvenin taşıdığı anlama; NATO’nun 5.maddesinin uygulanması konusunda ülkelerin konu Türkiye olunca gösterdiği isteksizlik ve terör konusunda yaşadığı sıkıntılara rağmen Avrupa Ülkelerinin terör örgütü PKK konusunda sahiplenir tavırları kabul edilemez bir hal almıştır. Türkiye’nin politikası NATO’dan ayrılmak yerine NATO’nun dağılacağını görüp beklemek üzere belirlendiği görülmektedir. Son dönemde AB ile arasında soruna neden olan Vize Serbestliği anlaşmasında da kalıcı adım atamaması zirve de gündeme gelecek, mülteci akını konusunda çaresizlik içindeki AB ülkelerine karşı elini güçlendirecektir. Türkiye-Rusya arasındaki uçak düşürme krizinde AB’nin aldığı tavrı Türkiye unutmamıştır. Sıkıntılı bir süreç içinde olan AB’nin lokomotif ülkesi olan Almanya’nın, zirvede en çok terleyecek olması aşikardır.

26 Haziran 2016 Pazar

AB’nin Kısa Tarihi ve Meçhul Geleceği





Avrupa Birliği’nin temelini, II. Dünya Savaşı sonrasında sanayi bakımından özellikle önemli iki temel ham madde olan kömür ve çelik sektörünü güçlendirmek ve bunları uluslar üstü bir otorite ile kontrol ederek barışı sürdürmek amacıyla 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturmaktadır. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, 18 Nisan 1951’de Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya arasında imzalanan Paris Antlaşması (1951) ile kurulmuştur. Yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk daha, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) eklendi ve bu anlaşmayla, aynı tarihte Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuş oldu. 1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması üye ülkeler arasında önce gümrük birliğini, yani malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını öngörmüştür. Bu yapının oluşturulmasının öncüleri Fransız Planlama Teşkilatı Başkanı Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı Robert Schuman olmuştur. Jean Monnet ve ekibinin titizlikle hazırlamış olduğu ve Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de ilan ettiği metin “Schuman Bildirgesi” adını alacak ve daha sonraları 9 Mayıs Avrupa Günü olarak kabul edilecekti.
Ancak Roma Antlaşması’nda nihai hedef sadece ekonomik değil ortak tarım, ulaştırma, rekabet gibi diğer birçok alanda ortak politikalar oluşturulması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, ekonomik ve parasal birlik kurulması, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturulmasıdır. Belirtilen bu amaçlara, süreç içerisinde daha sonra imzalanacak olan diğer anlaşmalarla aşamalı olarak ulaşılmaya çalışılmıştır. Şu an itibariyle, Maastricht Antlaşması (1992) (Avrupa Birliği’ni kuran antlaşma sayılmaktadır), Amsterdam Antlaşması (1999) ve Nice Antlaşması (2003) sonrasında Avrupa Birliği, bazı üyeler dışında parasal birliğe girmiş (Avro), Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikasını benimsemiş, Adalet ve İçişlerinde suça ilişkin konularda Polis ve Hukuk işbirliğine karar vermiştir.[1]


Avrupa Birliği üyesi ülkeler (yeşil)
Yeşil: Avrupa Birliği üyesi ülkeler – Gri: AB üyesi olmayıp da Avrupa kıtasındaki ülkeler

Dar anlamda yukarıda bilinen kısa tarihinin yine aynı dönemlerde kurulan ikinci dünya savaşının ardından kurulan Varşova Paktı’nın karşısında konumlanan NATO’yu AB’den ayrı değerlendirmek günümüz koşullarında çok hatalı olacaktır. İkinci Dünya Savaşının bitmesinin ardından soğuk savaş döneminde karşılıklı silahlanma yarışı içerİsinde 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesine kadar geçen sürede bir paranoya haline gelen doğu-batı kutuplaşması savunma harcamalarının ülke GSMH’lerinde inanılmaz bir yer tutmasına sebep oldu. Yıllar boyunca ABD Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren büyüttüğü savunma sanayi sektörüne ”Yağlı Müşteri” bulmakta hiç zorluk çekmedi. Bu harcamalara 21 Eylül 2015 yılı itibariyle baktığımızda tüm NATO üyelerinin toplam askerî harcaması dünyadaki savunma harcamalarının %70’inden fazladır.[2]
Diğer dikkat edilmesi gereken husus da AB’nin kuruluşunun asıl sebebi olan 1951 yılının şartları göz önüne alınarak kömür ve çelik topluluğu olarak kurulması olacaktır. 1951 yılının şartlarında enerji üretiminin önemli bir kısmını oluşturan kömür AB için hayati bir önem arz ederken, değişen şartlar itibariye İkinci Dünya Savaşından sonra çelik hayati bir ürün haline gelmiştir. Batıda bu gelişmeler olurken kaynak bakımından daha zengin Sovyet Rusya ve Çin bu savaştan geri kalmamıştır. Hatta bu çelik çılgınlığı öyle bir yere gelmiştir ki Çin’de insanlar evlerindeki metal olan ne varsa derme çatma ocaklarda eritip çelik elde etmeye çalışmıştır.
Çok dar anlamda çelik ve kömür için kurulan AB ve savunma refleksi gereği kurulan NATO, yıllar boyunca kuruluş amacından uzaklaşıp değişen şartlardan dolayı işlevsel olma hedefinden uzaklaşmıştır. ABD’nin yıllar içindeki politik dikteleri ile hareket eden AB; enerji ihtiyacını yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk olan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) ile karşılanılmış ve bir başka topluluk oluşturulmuştur. Yıllar içinde yaşanan bir çok siyasi gelişmelerde özgün bir siyasi politika üretmediği gibi, sonradan yaşanan olaylar nedeni ile de etkisiz ve yetkisiz, kendi içine kapanan, bir çok kişinin söylediği gibi ”Hristiyan Kulübü” haline geldi. Günümüz Avrupa’nın enerji koridoru gün geçtikçe daha da önemli hale gelmektedir. 2010 yılından itibaren değişen dünya şartları ekonomik açıdan tüm dünya ülkelerini zorlamaya başladı. Değişen Enerji tercihleri ile beraber enerji koridorları da değişti. Yeni şartların sonucunda AB ülkelerini enerjiye ulaşımı konusunda ABD ile hareket etmesi, daha doğrusu ABD’nin artık AB’ye hamilik yapması giderek zorlaştı.
avrupa-enerji-koridoru
ABD 2010 yılından itibaren kemer sıkma politikalarının dış politik çıkarlar ile çatışması durumunda kendi ekonomik geleceğini tercih eder konuma geldi. Bu yıldan itibaren ABD’nin düşünce kuruluşları makro planlar yapmak yerine kar zarar politikalarına kafa yormaya başladı. ABD hem AB ülkelerinin ekonomik çıkarlarını, hemde NATO’da Avrupa’nın savunma harcamalarını sorgulamaya başlaması, değişen siyasi şartlar nedeniyle zaruret haline gelmesi kaçınılmaz oldu.

Günümüze kadar olan gelişmeler ışığında AB’nin Ukrayna ile olan sorunları nedeniyle ambargo uygulamasının ardından Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Baltık Deniz’in de yaşanan gelişmeler sonunda ABD’nin Doğu Avrupa’da daha düzenli bir askeri varlık göstermesi talebine AB’nin isteksiz davranması sonucunda, yaklaşan ABD seçimlerinde ABD’nin NATO’ya yaptığı katkı tartışılır hale geldi. ABD’nin AB ülkelerini NATO’nun harcamalarına yaptıkları katkıyı artırmasını istemesi yani amiyane tabirle ”Pamuk Eller Cebe” demesi, pek de şaşılacak bir durum değildir. Sonuç itibariyle ABD gözünde kurumsal açıdan hiçbir farkı olmayan AB ve NATO’nun geleceği karanlık belirsizliğe girmiştir. Siyasi gelişmeler ışığında Suriye’de yaşanan iç savaşın ardından AB’nin mülteci sorunun bir mülteci istilasına dönüşme kabusu siyasi politika üretmekte zorlanan AB’ye en son darbede İngiltere’den geldi ve yapılan referandum sonucunda artık İngiltere AB’den ayrıldı. Bu olay malumun ilanından başka bir şey değildi. Zaten ekonomik birliktelik içinde olmayan İngiltere artık siyasi olarakta AB’nin kaderi içinde olmayacak.
Sonuç:
İngiltere’nin AB’den ayrılması AB için bir domino etkisi yapacağı muhakkaktır. Kontrol mekanizması içinde Almanya’nın komşusu olan Hollanda ayrılan ikinci ülke olması muhtemeldir. Mülteci kabulü konusunu kesin bir şekilde red eden Polonya’nın ısınan Baltık Denizi nedeniyle AB’den daha çok ABD ile yakınlaşması da muhtemeldir. Dolayısıyla yakında önemli gelişmelerin olacağı Libya AB için çok çetin bir sınavın başlangıcı olacaktır. ABD’nin AB ve Rusya’ya karşı olan politikalarını birbirinden ayrı düşünmemek gerekir.

1- https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Avrupa_Birliği_tarihi
2- SIPRI Military Expenditure Database

23 Haziran 2016 Perşembe

Libya Özelinde ABD-AB ve IŞİD




By Ahmet İşitez - 23 Haziran 2016
20 Mayıs’ta New-york Times’da çıkan bir köşe yazısı ve aynı gün ABD Genel Kurmay Başkanı Joseph Dunford’un bu gazeteye verdiği demeçte de söylediği gibi, ABD Libya’ya asker gönderebilir. Bu yazı ve demeçlerden anlaşılacağı üzere Pentagon bastırıyor fakat Obama görev süresinin dolmasına aylar kala böyle önemli bir kararı vermekten çekiniyor. Daha da ilginç olanı Obama yönetiminin Temsilciler Meclisi İstihbarat Komisyon’unun uyarılarını dikkate almadığı görülmektedir. Bu konu neden bu kadar hassaslaştı ?
Irak ve Suriye’de yaklaşık 30.000 kişilik bir ordu ile çözümsüzlüğe götürdüğü topraklardan yaklaşık 5.000 ila 6.500 kişilik bir mevcudiyetini Libya’ya kanalize etmesi, hemde AB’nin mülteci sorunu ile uğraşırken Türkiye ile kalıcı bir antlaşma dahi yapamadan yeni bir göç yolu kapısının ardına kadar açılmasını kim isteyebilir?
Yukarıdaki soruları daha da uzatmak mümkün ama tatmin edici cevaplar alabilmek biraz zordur. Aslında Libya’da Arap Baharı olmasaydı bile bugün Kaddafi ile IŞİD güçlerini çarpışıyor olarak görecektik. Gerçekte bunun sebebi SELEFİ düşünce sisteminin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Kendilerini “CİHADÇI SELEFİ” kabul ederek İslam Dünya’sında meşrulaşmaya çalışan IŞİD, diğer selefi grupların içinden taraftar bulmasını İslami bir bakış açısı ile izah etmek imkansızdır. Günümüzde ne Türkiye’de ne de İslam Ülkelerinde bu “Postmodern Selefi” fikrin anlaşılabildiğini söylemek oldukça güçtür. Ne yazık ki bu mesele anlaşılmadan yani IŞİD’in beslendiği İslami kaynaklar ile bağlantısı çözülemez ise, Suriye ve Irak’daki yaşananlar Libya’da da yaşanacak. Aslında IŞİD’den istenen tamda budur.
Kuzey Afrika el-Kaide örgütünün en önemli isimlerinden biri olan Cezayir asıllı Muhtar Bil Muhtar’ın Libya’da gerçekleştirilen bir ABD operasyonu sonucu öldürüldüğü uluslararası basına yansıdı. Muhtar’ın ölümünün Libya’da ve Kuzey Afrika’da IŞİD yapılanmasının önünü açacağı gün gibi aşikardı.
IŞİD’in Libya’da en güçlü olduğu SİRTE kenti, yani Kaddafi’nin kenti. Ancak burada güçlü olmasının nedeni ideolojik değildir. IŞİD’in güç kazanmaya çalıştığı bir diğer kent ise DERNE‘dir. Libya’nın jeopolitik ve coğrafi yapısı dikkate alındığında IŞİD’in neden bu iki şehri seçtiği çok manidar olacaktır. Avrupa’ya yönelik mülteci akım yolunun başlangıç noktası olması itibariyle ayrı bir önem arzettiği ortadadır. IŞİD Libya’nın Güneybatısından doğuya KUFRA kentine kadar bir bölgeyi bölgesel yapı da göz önünde bulundurarak kolaylıkla kontrol edebilir. Bölgedeki aşiretlerin vereceği siyasi kararlar IŞİD’in ne kadar zaman içinde Libya’da söz sahibi olacağını gösterecektir. Ayrıca uzun zamandır etkili olup elinde tuttuğu SABRATHA kentinin IŞİD’in planladığı SAVAŞ HİLALİ‘nin diğer bir ucu olduğunu görmek gerekir.
Libya’nın petrol ve doğal gaz zenginliğinin paylaşımı noktasında uluslararası anlaşmazlıklarının çıkması ve ABD’nin AB’yi mülteci sorunu ile köşeye sıkıştırmaya çalışması bölgenin önce istikrarsızlaştırıp sonra yeniden dizayn edilmesi olarak bilinen klasik “önce dağıt sonra bedelini al dizayn et” planından başka bir şey değildir. İran ile yaşadığı sorunların çözümünde devletleri karşısına almadan çözüm üretme yolunu seçen ABD, aynı şekilde Libya’da da AB’yi karşısına almadan benzer bir çözüm yolu seçmiştir. Bu yönteme ilginç bir örnekte Yemen’de yaşanan iç savaştır.


Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)
Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)

SONUÇ
Libya özelinde IŞİD’in tekrar önemli bir aktör olarak karşımıza çıkması, bizleri bir takım yeni çıkarımlar yapmak zorunda bırakmıştır. Geçmişte ve günümüzde de varlığını sürdüren terör örgütlerinin aksine IŞİD farklı bir konuma gelmiştir. Bu konum terör örgütlerin hem fizyolojisine hemde sosyolojik yapısına aykırıdır. Bunu en güzel ifade etmek için “mutasyona uğradı” demek gerekir. Libya’da 2016 sonlarına kadar yapılanmasını tamamlayan bir IŞİD ile savaşmak daha doğrusu sonucu belli zafer kazanmak Hillary Clinton’a çok yakışacaktır.

19 Haziran 2016 Pazar

İki Nehir Arasındaki Kaçak Devlet: IŞİD




Irak ve Şam İslam Devleti (Devlet’ul Islamiyye Fi’l Irak veş Şam ) daha kısa adı ile IŞİD diye isim verilen terör örgütünün doğuşu Sovyet işgaline karşı oluşturulmuş bir savunma tezidir. Kurucusu Abdullah Azzam olan Usame Bin Ladin tarafından küresel bir boyut kazanan cihad anlayışı, Afganistan ile ABD’nin Irak’ı işgalinden buraya yönleniyor. ABD ve koalisyon güçlerinin işgalinin ardından Sünni direniş Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi liderliğinde El-Kaide güçlerinin direnişin en önemli gücü olmuştur.


Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi
Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi

Afganistan’dan Irak’a gelen Ez-Zerkavi ilk başta Ensar el-İslam grubu ile beraber hareket etmiş ise de, ABD’nin Irak işgali, Saddam’ın düşmesi ve Irak Ordusu’nun lağvetmesinin ardından orduya ait bir çok cephanelik yağmalanmış yada bölgenin yeniden dizayn edilmesi için bir gruba havale edilmiştir. İşte IŞİD denilen terör örgütünün kuruluşundaki en karanlık sır bu olsa gerek. Bu terör örgütünün kurucusu olduğu kabul edilen Ebu Mus’ab ez-Zerkavi, ilk kurduğu gruba Tanzim el-Kaide Bilad er-Rafideyn yani ”İKİ NEHİR ARASI EL-KAİDE’’ ismini vermesi, El-Kaide’ye olan bağlılığından mı yoksa iki nehir arasında kurulacak olan yeni bir devletten mi bilinmemektedir.
Ebu Mus’ab ez-Zerkavi’nin bir hava saldırısında öldürülmesinin ardından, Ebu Hamza el-Muhacir onun yerine geçmiştir. Irak’ta Şii unsurlar ABD ile birlikte hareket edip daha güçlü bir konuma gelince, diğer Sünni gruplarla birleşip Irak İslam Devleti’ni ilan etmiş başına da Ebu Ömer el-Bağdadi getirilmiştir. El-Muhacir ise savunma bakanı olmuştur. 2006 yılının sonunda kurulan bu yeni yapı diğer grupların yani Ensar el-İslam dışındaki unsurların ABD safında savaşması ile Irak’ta tek silahlı direniş grubu olarak kalmıştır. Bu tarihten itibaren zor bir döneme giren IŞİD aldığı ard arda darbelerle sıkıntılı bir döneme girdi ise de, eski BAAS rejiminin askerlerine bir af çıkararak tevbe etmeleri halinde kendilerine katılabileceklerini açıklayarak, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmuştur.
Buraya kadar IŞİD terör örgütünün kuruluş aşaması ve daha sonra ise içinden çıktığı El-Kaide örgütünden ayrılıp Irak özelinde bir konum elde etme çabası anlatılmaya çalışıldı. Diğer İslami örgüt yapıları gibi zaman içinde parlayıp sönmesine rağmen, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’taki askeri varlığını sona erdirmesi ile farklı bir konuma gelmiştir. Hatta Irak ve Suriye siyasi tarihleri için Milat olmuştur. Irak’ta örgüt lider kadrosunun öldürülmesini takip eden süreçte mevcudiyetleri 700 kişiye kadar düşen, yok olmakla karşı karşıya kalan örgüt; kısa bir zamanda 30.000 kişilere ulaşan donanımlı orduyla Ortadoğu’nun en önemli silahlı gücü haline gelebilmiştir.
İran’ın ve ABD’nin desteği ile Irak Başbakan’ı olan Nuri el-Maliki yönetiminde Şii grupların nüfuzunun artması ve hükümetin Sünni gruplara taraflı davranması sonucunda Sünni gruplar içinde IŞİD’e katılım ve destek artmıştır. Ayrıca Maliki’nin ABD İşgal Komutanı David Petraeus döneminde uygulanan Sünni aşiretleri destekleme programının bitirmesi, ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Sünni Aşiretleri petrol ve ganimet zengini IŞİD’e itmiştir.
Sonuç olarak IŞİD’in Suriye-Irak sınırında et­kili olması, elde ettiği mali güç, silah, mühimmat ve askeri Irak’ın güneyine yönlendirmesi ile büyük çaplı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır. Irak Ordusu’nun çöküş içine girmesiyle Sünni bölgelerde toplu bir ayaklanmayı tetiklemiştir. En son yaşanan Musul operasyonu, Tikrit ve diğer önemli Sünni kentlerin birer birer kaybedilmesi, IŞİD’in yanı sıra bir takım Sünni grupların hızlı ilerleyişi, bu uzun süreli stratejinin bir sonucudur.
SONUÇ
IŞID olarak bilinen terör örgütünün yada İslam Devleti’nin bilinen, görülebilen ve yaşanan olaylar ışığında bilinmeyen bir çok yönü olduğu gibi, cevaplanamayan bir çok soruyu içinde barındıran karışık bir yapıda olduğu açıktır. Aslında bir çok çıkar denkleminin sonucudur IŞİD. Irak topraklarını İran’a kaptırmamak için ABD’nin yok edilmesini istemeyeceği bir yapıdır. Suriye’de Rusya’nın daha fazla etkinlik kazanmasını istemeyen ABD’nin IŞİD’siz bir Suriye haritası çizemediği için ayaktadır IŞİD. Her ne kadar PKK-PYD-Peşmerge ayrımını yapamayacak kadar köşeye sıkışmış olan ABD’nin, bölgenin bugünde de gelecekte de tartışılmaz gücü Türkiye’yi karşısına alacak kadar çaresizlik içerisine girmesi sonucunda örgüt halen ayaktadır.
En önemlisi de bir çok kişinin bilgisinin aksine Suriye ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti görünümünde bir petrol koridoru oluşacak fikridir. Mevcut olan Türkiye’deki koridor petrol şirketlerinin tercihidir. Böyle bir planı ABD’nin hiçbir zaman düşünmemiştir. ABD çok iyi bilmektedir ki bölgedeki petrol şirketlerinin çıkarları Pentagon’un hayal perestliğine bırakılmayacak kadar değerlidir.
Ahmet İşitez